Loading...

YAZILARIM (YAYIMLANAN)


Ay’ın Perspektif Işıltısı ve Hitit Ay Tanrısı Kaşku (Ekim 8, 2023 Söylenti Dergisi)

Hitit Mitolojisi’nde Ay, önemli bir tanrı veya tanrıça tarafından temsil edilen göksel cisim olarak öne çıkar. Hititlerin gök cisimlerine ve doğaya büyük saygı gösterdikleri ve bu cisimlere dini ritüellerle önem verdikleri bilinmektedir.
Gökyüzünün zarif taçsız kraliçesi olarak gözlerimizi kamaştıran, gecenin hafif ışığında parlayan Ay, tarih boyunca birçok mitoloji ve kültürün merkezinde yer almış, bazı dinlerin de vazgeçilmez unsuru olmuştur. Bu yazıda, antik ve çağdaş mitolojilerdeki Ay kültünün büyüleyici dünyasına bir yolculuk yapacağız ve bu ışıklı gökcismine verilen anlamları keşfedeceğiz. Gerek Dinler tarihi olsun gerekse epik anlatılarda sıklıkla tasvir edilen Ay, birçok kehanete de ev sahipliği yapmış ve insanlığın ilk dönemlerinden itibaren dikkat çeken büyüleyici bir unsur olmuştur.

Anlam İzahı ve Ay
Ay’ın dönemsel değişimleri, eski medeniyetlerin takvimleri oluşturmasına ve de yaşamlarını planlamasına yardımcı olmuştur. Dönemsel evrelerine ithâfen yapılan özel ritüeller ve mitolojik hikayelere rastlanılır. Dolunay zamanı ateş yakmak, dua etmek veya özel ibadetler düzenlemek, Ay’ın gücünden yararlanmanın bir yolu olarak kabul edilir.
İslam sembolü hilalin anlamı ve hikayesi httpsevrenatlasicom201912islamda hilal sembolunun tarihi ve anlami
Öyle ki Dünya’nın en yaygın inanışlarından biri olan İslam dininin sembolü de Ay’dır. Camii minarelerinde Ay’ın hilal şekli yer alır ve İslam öncesi Arabistan mitolojisinde Ay tanrısına Al-İlah adı verilir. Al-İlah, “en güçlü tanrı” anlamına gelir ve 360 tane put ’un arasında en güçlü ve en yüksekte duran putun ismidir.
İslam öncesi Arabistan’da bulunan kabileler, Ay tanrısını farklı isimler ile betimliyorlardı, bunlardan bazıları “Sin, Hubal ve Al-ilah’dır.” Aynı şekilde dilbilim uzmanları Al-İlah kelimesinin zamanla Allah kelimesine evrildiğini söylemektedirler.
Sadece dinsel açıdan değil İlkçağ Medeniyetleri de dahil olmak üzere Ay kültü pek çok medeniyette önem taşımakta ve birbirlerine yakın anlamlar ile sınıflandırılmaktadır. Bir medeniyetin dini açıdan ilerlemesine Ay pratik bir amaç katmış,   tarımsal olarak geçim kaynağı statüsünde kullanılmıştır.
Ay’ın evreleri tohum ekmek, mahsulleri toplamak, hasat yapmak gibi faaliyetleri düzenlemeye yardımcı olmuş ve bir zaman sonra matematik ile geometrinin temelleri atılmıştır. Bu sebepten ötürü de Ay birçok medeniyetin tapınaklarına entegre edilmiş ve tanrısal anlamlar yüklenilmiştir. Özellikle Mezopotamya’daki Ur şehri, Ay kültünün önemli bir merkezi konumundadır ve Ay’ın rahibeler tarafından yönetilen bir tapınağı bulunur.

Ay Tanrıları
İlk Çağ medeniyetleri Ay’ı tıpkı diğer gezegenler gibi geleceği tahmin etmekte kullanıyorlardı ve bu sebepten ötürü astronomi ve astrolojik inançlar gelişti. Mezopotamya’nın Ay tanrıçası olarak kabul edilen Nanna doğurganlık, bereket ve aydınlanma ile ilişkilendirilir. Bu vasıflar diğer tanrılarda da bulunmaktadır. ilk medeniyetlerden itibaren Ay kültü tarım, din, astronomi ve kültürel ifade için temel bir rol oynamıştır. Ay’ın gözlemlenmesi, medeniyetlerin zaman hesaplaması ve doğa olaylarını ön görmesi için kullanılmıştır. Ay, kadim çağlardan bu yana; zamanın yolcusu, değişimin sembolü ve gecenin bekçisi olarak kabul edilmiş ve geceleyin çöken ıssız ve sessiz karanlığa romantik derin bir anlam katmış, kaybolan ruhlara ışık olmuştur.

Mitolojiler ve Ay Kültü 
Artemis Diana Yunan Mitolojisi Tanrısı httpswwwtarihlisanatcomartemis
Mitolojilerde Ay gerçekten dikkat çekici, güzelliği ile insanın merakını cezp eden bir unsur olmuş ve şairlerin şiirlerinde yücelik vasfını tasvir etmek için başvurulan bir araç olarak kabul görmüştür. Pek çok antik kültürde ve mitolojilerde Ay’a önemli roller yüklenmiştir. Mitolojilerde Ay zamanın akışını, yaşamın döngüsünü temsil eder ve çoğunlukla Ay dişil enerjiyle ilişkilendirilir bu da doğurganlığı ve anneliği sembolize eder. Antik Yunan mitolojisinde Ay, tanrıça Artemis ile bağdaşır ve vahşi doğanın koruyucusu olarak kabul görür. Tanrıça Artemis’in doğurganlık ve avcılık vasıfları Ay’ın gizemli enerjisiyle ilişkilendirilir. Tanrıça Artemis’in saçtığı ışıltı, gecenin karanlığında yol alan avcılara ışık olup yollarını aydınlatır ve karanlıkta kaybolanların yollarını ışık üzmesi içinde bulmalarını sağlardı. Bu sebepten dolayı Artemis, Ay kültünün önemli temsilcilerinden biridir. Bir başka anlatı olan Hint Mitolojisinin geleneği içinde Ay, tanrı Chandra ve onun içeceği olan Soma ile ilişkilendirilir. Tanrı Chandra, Ay’ın ışığını ve güzelliğini temsil eder ve Ay’ın gökyüzündeki yolculuğu, Hindu mitolojisinde yaşamın döngüsünü yansıtmaktadır.

Hitit Ay Tanrıçası Kaşku
Hitit güneş kursu sembolü httpstarihvearkeolojiblogspotcom201612hitit gunes kursu olarak adlandrlsa dahtml
Antik Anadolu’nun zengin mitolojisi ve de dini mirası içinde ön plana çıkan Hitit İmparatorluğu oldukça gelişmiş ve Anadolu’nun gelişmesinde önemli roller üstlenmiştir. Genel olarak halk kendilerine “Hitit” yerine Nesilli ismini vermiştir, bu isim de Kültepe’nin eski adı olan “Neşa”dan gelmektedir ve anlamı “Nesice konuşanlardır”. Ahd-i Atik’te, Hititler hakkında geçen bazı atıflara rastlanılır. Mitolojik olarak tanrısal panteonda baş tanrı Fırtına Tanrısı’dır. Anadolu coğrafyasında ise Ay’a tapınma İsa’dan önce 2500’lü yıllara kadar gitmektedir. Ay tanrıları her kavim veya bölgede farklı isimlendirilmiştir. Hattiler de KaskuHurriler de ise Kuşuhh ismi kullanılmıştır.
Doğurganlık ile de anılan Ay tanrısı Kaşku, doğum sırasında edilen yeminlerden ötürü “yeminlerin tanrısı” olaraktan da anılmaktadır. Aynı zamanda hamile kadınları koruduğuna, doğum sırasında kadınların başlarına bir şey gelmemesi için onlara yardım ettiğine inanılmıştır. Hititlerin bir diğer önemi ise Anadolu’nun bilinen epiksel ilk masalının Ay tanrısı Kaşku’ya ait olmasından gelmektedir. Hitit tanrısı olan Kaşku’nun yerel merkezi Kargamış’tır ve eski dönem mitolojik hikayelerin baş tanrısı konumundadır. Kaşku, Hititler nezdinde Ay tanrısı ve koruyucu tanrı olarak tanımlanırdı ve tasvirlerinde genellikle boynuzlu bir Ay ile tasvir edilirdi. Kaşku’ya olan derin bağlılıklarını yansıtmak için Hititler, tapınaklar inşa etmişler ve bu tapınakları Ay adına kutsal ritüeller yaptıkları yerlere kurmuşlardır. Hititlerin başkenti olan Hattuşaş’ta, Kaşku’ya adanmış tapınaklar yer almıştır ve bu tapınaklar Kaşku’ya olan saygıyı ve ibadeti temsil etmiştir. Aynı zamanda Hitit edebiyat türünün bir örneği olan Gökten Düşen Ay anlatısı, günümüze kadar gelmiş olan bir edebiyat örneğidir. Bu anlatı Hitit tabletlerin de KUB XXVIII 5 nolu metnin 10. ve 16. Satırları arasında şöyle geçmektedir;
“Ay Tanrısı gökyüzünden düştükapının üstüne düştü. Hiç kimse onu görmedi. Fırtına Tanrısı onun arkasından yağmur gönderdi. Onu korku, endişe sardı. Tanrı Hapanntaliya oraya gitti, yanında durdu. Ve sürekli sözler söyledi.”
Metnin devamı KUB XXVIII 4 nolu metnin 15. ve 21. satırları ile tamamlanmaktadır;
“Tanrı Kamrušepa gökyüzünden aşağı baktı ve şöyle dedi: “Dünya’da ne oluyor? Ay tanrısı gökyüzünden düştü, kapı üzerine düştü.” Fırtına Tanrısı onu gördü. Onun arkasından yağmurlar, rüzgarlar gönderdi. Onu korku, endişe sardı.”

Kozmolojik Açıdan Ay
Kozmolojik açıdan Ay, büyüleyici bir gök cismidir ve insanlık için tarihsel anlam taşımanın yanı sıra geleceğe de ışık tutmaktadır. Carl Sagan “Kozmos”unda geçen Ay’ın dansı ifadesi ile, Güneş sistemindeki gezegenlerin uyum içinde olmasını Ay’ın diğer gezegenler ile olan dansına bağlamış ve kozmolojik olarak yeni keşiflere yol açtığını ifade etmiştir. Edwin Hubble’in da dediği gibi Ay, Dünya ile olan etkileşimi sayesinde evrenin kusursuz bir denge noktasını temsil etmektedir.

Kaynakça
  • Beckman, Gary M. “Religion in Hittite Anatolia.”The Oxford Handbook of Ancient Anatolia, 10. Oxford University Press, 2011.
  • Bryce, Trevor R. “The World of the Hittites: A Survey of the Hittite Empire.” Oxford University Press,
  • Bozdemir, İlker. Unutulmuş Ay Tanrıları. https://www.kayipdunya.com/ilker-bozdemir/unutulmus-ay-tanrilari. Erişim Tarihi: 26 Eylül 2023. 2002.
  • Campbell, Joseph. “Tanrı’nın Maskeleri: İlkel Mitoloji.” Arkana, 1991.
  • Ekrem Akurgal (2019). Anadolu Kültür Tarihi. Phoenix Yayınları.
  • Gurney, Oliver R. “The Hittites.” Penguin Books, 1990.
  • Hubble, Edwin. “Ekstra-Galaktik Uzayda Uzaklık ve Radyal Hız Arasındaki İlişki Nebulae”. Ulusal Bilim Akademisi Bildirileri, c. 15, Mart 1929, ss. 168-73. NASA ADS, https://doi.org/10.1073/pnas.15.3.168.
  • Hoffner, Jr., Harry A. “Hittite Religion: The Cult.” The Hittites and Their World, edited by Billie Jean Collins, 205-238. Society of Biblical Literature, 2007.
  • Malville, J. McKim, and Claudia Putnam. “Güneybatı’da Tarih Öncesi Astronomi.” University of Arizona Press, 1993.
  • Nemet-Nejat, Karen Rhea. “Daily Life in Ancient Mesopotamia.” Greenwood, 1998.
  • Stiebing, William H., Jr. “Ancient Near Eastern History and Culture.” Pearson, 2008.
  • Wayback Machine. 25 Temmuz 2013, https://web.archive.org/web/20130725120239/http://www.pewforum.org/newassets/images/reports/Muslimpopulation/Muslimpopulation.pdf.
  • “Kurt totem: Hitit Mitolojisi”. Kurt totem, 15 Aralık 2019, https://kurtlarile.blogspot.com/2019/12/hitit-mitolojisi.html.

Eski Mezopotamya’da Yer Altı Dünyası İnancı (Söylenti Dergisi Ekim 19, 2023)

Yer altı dünyası inanışı temelinde merak yatmaktadır. Bu inanış, insanların ölüm sonrası yaşam, ölüm tanrıları ve yer altı dünyası ile ilgili sahip olduğu içsel merakların dışa vurumunu ifade eder.

Mezopotamya
Medeniyetler beşiği diye de anılan Mezopotamya, etimolojik açıdan “iki nehir arasında” tanımının karşılığıdır. Nehirler ise antik isimleri ile Ufratu ve İdigna‘dır. Coğrafi olarak nehirlerin bölgede olması onun gelişmiş medeniyetlere ev sahipliği yaptığının göstergesidir. Öyle olacak ki ilkçağ medeniyetlerinin birçoğu Mezopotamya da kurulup gelişmiştir.
İnsanlar Mezopotamya’ya ilk olarak Eski Taş Çağında yerleşti ve İsa’dan Önce 14.000 yılına gelindiğinde bölge halkı küçük yerleşim yerleri inşa ederek dairesel evlerde yaşamaya başladılar ve zaman geçtikçe bu yerleşim yerleri, yerini gelişmiş uygarlıklara bıraktı. Antik Mezopotamya’nın en eski ve birçok ilke imza atan medeniyeti Sümerler’dir. Daha sonra bunu Akadlar, Babiller, Asurlar gibi gelişmiş medeniyetler izlemiştir.

Yer Altı Dünyası
Mezopotamya birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olsa da “yeraltı dünyası” inancı medeniyetler arası ortaklık teşkil etmektedir. Ölümden sonraki yaşama büyük bir merak duymuşlar ve özenle ele almışlardır. Ölülerin ruhlarının yer altı dünyasında yaşadığına inanılan bir inanç sistemini temsil eden bu düşünce dünyası, özellikle yer altı nehirleri ve yer altı tanrıları ile ilişkilendiriliyordu. En önemli tanrılar arasında Nergal, ölüm ve ölüm sonrası dünyanın hükümdarı olarak kabul ediliyordu. Ereshkigal, Ölülerin hükümdarı ve yer altı dünyasının tanrıçası olarak kabul edilirdi. Nammu, Mezopotamya mitolojisinin yaratıcı tanrıçasıydı ve yer altı dünyasının da bir parçası olarak görülürdü. Dumuzi, Bereket tanrısı olarak bilinirdi ve ölüm sonrası yaşamın bir sembolü olarak kabul edilirdi. Bu tanrılar ve tanrıçalar, ölülerin ruhlarının yolculuğunu yönlendiren ve yer altı dünyasında onlara rehberlik eden varlıklardı.

Dumuzi ve İnanna Mitosu
Yer altı Dünyasını tema eden mitoslar arasında “Dumuzi ve İnanna” Mitosu oldukça önemlidir. Dummizi daha bilindik ismi ile Tammuz iken İnanna ise Sami dilindeki “İştar”ın karşılığıdır.
“Dumuzi ile lnanna” mitosu, Mezopotamya mitolojisinde önemli bir rol oynayan bir hikaye olarak bilinir. Sümerlilerin bu mitosu bölük pörçük olarak bulmalarına rağmen, Profesör Kramer’in büyük çabaları sonucu parçalar tamamlanmış ve bilim dünyasına sunulmuştur. Bu mitos, Dumuzi (Tammuz) ile lnanna (lştar) arasındaki olayları anlatır.
Dumuzi, ölen bitkilerin yeniden doğduğu ilkbahar mevsimini temsil eden bir tanrıdır. Mitosun temelini oluşturan olay, Dumuzi’nin yer altı dünyasına tutsak düşmesi ve lnanna’nın onu kurtarmak için yeraltına inmesidir. lnanna’nın bu kararı neden aldığı tam olarak açıklanmaz iken ölüler dünyasının kontrolünü ele geçirmek isteyebileceği düşünülmektedir.
Olaylar gelişirken, lnanna, ölüler dünyasında birçok zorlukla karşılaşır. Yedi kapıdan geçerken, giysilerini birer birer çıkarır ve ölüler dünyasının yedi yargıcının karşısına çıkar. Ancak bu yargıçlar, lnanna’nın üzerine “ölümün gözleri”ni çevirirler ve lnanna ölür. Üç gün boyunca geri dönmezse, Ninşubur adlı veziri, onun için yas törenleri düzenlemesini ve üç büyük tanrıya (Enlil, Nanna, Enki) gitmesini ister. Bu tanrılardan yardım ister ve onları ölümünden kurtarmaları için yalvarır.
Daha sonra, lnanna, canlı olarak geri döner, ancak yerine bir başkasını koymadan hiç kimse ölüler dünyasından dönemez kuralı vardır. Bu nedenle mitos, lnanna’nın cinlerle birlikte diriler dünyasına çıkışını anlatır. Cinler, lnanna’nın yerine başkalarını almaya çalışır, ancak lnanna, onları kurtarır. Metin burada kesilir, ancak bir ek notta, lnanna’nın kocası Dumuzi’yi diriler dünyasına getirmek için onu bulduğunu ve kurtardığını belirten bir parçanın bulunduğu belirtilir.
Bu mitos, Sümerlilerin yerleşik tarım topluluğuna geçişleri sırasında ortaya çıkmış olabilir. Ayrıca, mitosun mevsimsel bir ritüelin bir parçası olarak işlev gördüğü de düşünülmektedir. Mitosun zaman içinde değiştiği ve başka kültürlerde farklı biçimlerde uyarlandığı bilinmektedir.

Babilonya Versiyonu
“Dumuzi ile lnanna” mitosu, Babilonya versiyonunda da, Sümer versiyonunda olduğu gibi, lştar’ın ölüler dünyasına inişinin nedeni açıklanmamıştır. Ancak mitosun sonunda, Tammuz’un yer altı dünyasında neden olduğu olaylar hakkında ayrıntılı bilgi verilmeden, onun lştar’ın erkek kardeşi ve aşığı olarak tanıtıldığını görüyoruz. Tammuz’un neden ölüler dünyasında bulunduğuna dair herhangi bir açıklama sunulmamıştır.
Bununla birlikte, Babilonyalı versiyonunda mitos, cinsel verimlilik ve doğurganlık ile ilgili bir temayı işlemektedir. Tanrıça’nın yeraltına inişi, dünya üzerindeki verimliliğin yok oluşunu simgeler. Bu durumda, “boğa ineğe binmez, erkek eşek dişi eşeği gebe bırakmaz” gibi ifadelerle üretkenliğin azaldığı anlatılır. Bu, Babilonya’nın toplumsal ve ekonomik hayatının bir yansımasıdır.
Güney Mezopotamya Iraktan MÖ 2430 civarına ait bu klorit vazo parçasının üzerinde bir Sümer tanrıçası tasvir edilmiştir
Babilonya versiyonunda, lnanna’nın yeraltına inişi, daha tehditkar bir şekilde anlatılır. lştar, yer altı dünyasının kapısını zorlar ve içeri giremezse ölüleri serbest bırakacağını tehdit eder. Bu, Babilonya halkının ölülerin hayaletlerinden korkularını yansıtan bir unsurdur.
Mitosun sonunda lştar’ın geri dönmesi ve bu dönüşün coşkuyla karşılanması anlatılırken, Tammuz’un yeraltı dünyasında neden bulunduğuna dair herhangi bir açıklama sunulmaz. Ancak Tammuz’un yeraltından geri dönüşünün bir bedel gerektirdiği ve bu bedelin ne olduğu belirtilmemiştir.
Babilonya versiyonu, Tammuz’un ölümü ve lştar’ın yeraltına inişi ile ilgili temaları, cinsellik ve doğurganlık ile daha fazla vurgulamaktadır. Mitosun zaman içinde farklı kültürlerde farklı biçimlerde uyarlandığı ve Tammuz’un öyküsünün diğer mitolojilere etki ettiği açıkça görülmektedir.

Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı
Gılgamış ve Enkidu, ölüler diyarına giden bir yolculuk yaparlar. Bu yolculukta, ölülerin yaşamlarını ve ölümden sonraki dünyayı gözlemlemeye başlarlar. İlk olarak, ölülerin yaşamlarını ve ruhlarının kaderini gözlemleyen birçok farklı kişiyi tanırlar. Bu kişilerin hayatları ve ölümleriyle ilgili çeşitli hikayeler ve gözlemler sunarlar.
Yolculukları sırasında, Gılgamış ve Enkidu, ölülerin dünyasında gördükleri pek çok çeşitli durumu ve insan öykülerini anlatırlar. Örneğin, çocuksuz kalan kadınların nasıl hüzünlü olduğunu ve cenaze sunusu olmayan kişilerin ruhlarının nasıl sokağa atıldığını gözlemlerler.
Bu mitosta ölülerin dünyası, farklı insanların kaderlerini ve ölüm sonrası yaşamlarını anlamak için bir araç olarak kullanılır. Gılgamış ve Enkidu’nun bu yolculuğu, ölümün ardından gelen ruhların farklı durumlarını ve yaşamlarını incelemeye yönelik bir çaba olarak sunulur. Metin, ölülerin dünyasının çeşitli yönlerini ve ruhların kaderlerini anlamaya çalışan bir keşif yolculuğunu anlatır.
Ayrıca, ölülerin dünyasını keşfe çıkan Gılgamış ve Enkidu, bu dünyada yaşayanların ve ruhların yaşamlarının ve kaderlerinin bazen hüzünlü ve kasvetli olduğunu görürler. Mitos, ölüm ve ölümden sonraki yaşamın karmaşıklığına ve insanların bu konuda duyduğu merak ve endişeye odaklanır.

Günümüze Yansıması
Modern sanatçılar, Mezopotamya mitolojisinin yer altı dünyası inancını resimlerinde ve heykellerinde kullanarak ölüm ve ölüm sonrası yaşamın sembolizmini yeniden yorumlamışlardır. Bu sanat eserleri, geçmişin inançları ile modern dünyanın düşünce yapısı arasında ilginç bir köprü oluşturur. Ayrıca, sinema ve televizyon dünyasında da Mezopotamya mitolojisinin izleri bulunur. Fantastik filmler, korku filmleri ve bilim kurgu yapıtları, yer altı dünyası inancını ve ölüm sonrası yaşam temasını sıklıkla ele alır. Bu filmlerde, Mezopotamya mitolojisinin esin kaynağı olduğu açıkça görülür. Halloween gibi festivallerde ölüm sonrası yaşam ve ölülerin ruhları temaları sıklıkla kullanılır. Cadılar, hayaletler ve diğer doğaüstü varlıklar, Mezopotamya mitolojisinden etkilenmiş olabileceği gibi işin felsefi boyutu halen tartışmalıdır.
Sonuç olarak Eski Mezopotamya’da yer altı dünyası inancı, diğer büyük antik uygarlıkların ölüm sonrası yaşam inançlarından farklıydı. Mezopotamya’da ölülerin ruhları yer altında bir dünyada yaşarlarken, Eski Mısır‘da ruhlar ölümden sonraki yaşamda bedenleriyle birlikte yaşarlardı. Yunan mitolojisinde ise ölülerin ruhları yeraltı dünyasında gölgeler olarak varlık gösterirlerdi. Ancak bu farklı inanç sistemlerinin ortak özelliği ölüler yahut yeraltı dünyasına ruhların iyi bir şekilde yolculuk yapmasını sağlamak ana amaç olmuş ve bu amacı farklı ritüeller izlemiştir.

Kaynakça
Kara, Burcu. ”Mezopotamya: Tarihi, Medeniyetleri, Dini ve Sanatı”. Evren Atlası. 30 Kasım 2020. https://evrenatlasi.com/2020/11/mezopotamya-hakkinda/ Erişim Tarihi:14 Ekim 2023.

·         Kramer, S. N., (1963). “Sümerler: Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri.” University of Chicago Press.

·         Black, J. A., & Green, A., (1992). “Eski Mezopotamya’nın Tanrıları” University of Texas Press.

·         Çığ, M. İ., (2013). “Uygarlığın Kökeni 1” Kaynak Yayınları.

·         Hooke, S. H., (2002), “Ortadoğu Mitolojisi” İmge Kitabevi.

·         ”Gılgamış, Enkidu ve Ölüler Diyarı”. Mitolojiler. 21 Mayıs 2023. https://www.mitolojiler.com/gilgamis-enkidu-ve-oluler-diyari/  Erişim Tarihi:14 Ekim 2023.


Mezopotamya’nın Bereket ve Bilgelik Tanrısı: Enki (Söylenti Dergisi Ekim 23, 2023)

Mezopotamya mitolojisi, tarihin en eski ve en etkileyici mitolojik sistemlerinden biridir. Bu sistem içinde birçok tanrı ve tanrıça, insan yaşamını etkileyen çeşitli konularda rol oynamıştır.
Mezopotamya’nın Bereket ve Bilgelik Tanrısı
Hitit İlkel Tanrıları, Hitit mitolojisinde erken nesil tanrılar olarak görülür. Onlara atıfta bulunmak için çeşitli Hurri , Babil ve Akad etiketleri kullanılabilir. Mezopotamya, tarih boyunca birçok önemli tanrı ve tanrıçayı bünyesinde barındırmış olan bir antik bölge olarak bilinir. Bu tanrı ve tanrıçalar, çeşitli alanlarda insan yaşamına etki etmiş ve ibadet edilen varlıklar olmuşlardır.
EA Kimdir?
EA, Mezopotamya mitolojisinin en önemli tanrılarından biridir. Bereket, bilgelik ve su tanrısı olarak kabul edilir. Ea’nın özellikle Sümerler tarafından büyük bir saygı gördüğü ve tapıldığı bilinir. Ea, bilgelik ve hikmetin kaynağı olarak kabul edilir ve insanlığa daha iyi bir yaşam sunma konusunda önemli bir rol oynar. Sümerlerin; bilgelik, tatlı su, zeka, hile ve muziplik, el sanatları, büyücülük, şeytan çıkarma, şifa, yaratma, erkeklik, doğurganlık/bereket ve sanat tanrısıdır.
Tanrı Enki’nin soy bilimi ve zürriyeti oldukça karmaşık ve zengin bir şekilde tasvir edilir. Sümer ve Akad mitolojileri, ailesini ve onunla ilişkilendirilen tanrıları ayrıntılı bir şekilde anlatır.
Enki’nin soy ağacı şu şekildedir:
Babası: Gök tanrısı Anu (Sümer mitolojisi) veya ilksel baba Apsû (Babil metinleri).
Annesi: İlksel ana tanrıça Nammu.
Karısı: Ninhursag (aynı zamanda Ninmah veya Damgalnuna).
Asaruludu: Büyücülük konusundaki bilgelik tanrısı.
Enbilulu: Kanalların ve hendeklerin tanrısı.
Adapa: Bilge bir insan.
Marduk: Tanrıların kralı.
Bu soy ağacı ve ilişkiler, Sümer mitolojisinin karmaşıklığını ve derinliğini yansıtır. Tanrı Enki, birçok farklı yönü ve rolü olan önemli bir tanrıdır ve mitlerde bu rolleri açıkça ortaya konur.
Ea’nın Özellikleri
Enki veya Ea, suyun tanrısıdır ve aynı zamanda sırların, bilgeliğin, akılın, şifanın, zanaatın ve ölümsüzlüğün kaynağı olarak görülür. Enki, sonradan Akad Mitolojisi’nde ve Babil Mitolojisi’nde “Ea” olarak da bilinir ve diğer isimlerle tanımlanır, örneğin Nudimmud, Nidim, Ninsiku ve “Abzu’nun erkeği.”
Enki’nin soyağacı, Ansar ile Kişar‘ın oğlu olarak kabul edilir ve Ana Tanrıça Damkina ile evli olduğuna inanılır. Bu evlilikten birkaç çocukları vardır, en ünlüsü ise Marduk‘tur. Enki’nin tanrı olarak görevleri arasında, ülkelerin sınırlarını saptamak ve diğer tanrılara görevler vermek bulunur. Ona her şeyi bilen, akıl, büyü ve şifa tanrısı olarak da atfedilir.
Sümer yaratılış efsanesinde Enki, önemli bir rol oynar ve Sümer panteonunun üç yaratıcı tanrısından biri olarak kabul edilir. Enki’nin, Dicle ve Fırat nehirlerinin suyuyla bitkilerin büyümesi ve hayvanların üremesi gibi bereket getirdiğine inanılır. Ayrıca, çeşitli mitolojilerde tufan hikayelerinde kahramanlara yardım etmesi ve ölümsüzlük arayışlarına katkı sağlamasıyla tanınır.
Bununla birlikte, Enki ile İnanna efsanesinde, aşk ve cinsellik tanrıçası İnanna’nın güçlerini ele geçirmeye çalıştığı bir hikaye anlatılır. Enki, kızı İnanna’nın ziyareti sırasında sarhoş edilir ve güçlerini geri almak zorunda kalır.
Ayrıca, Enki “Me” adı verilen tanrı buyruklarının koruyucusu ve kaderin belirleyicisi olarak kabul edilir. Enki’nin baş tapınağı, Eridu şehrinde yer alan “E-abzu” tapınağıdır.
Enki’nin sembolü, keçi veya balık başlı, balık gövdeli bir varlık olarak tasvir edilir ve bakır ile ilişkilendirilir. Enki, tarih boyunca birçok farklı uygarlık tarafından etkilenmiş ve farklı isimler altında tapınılmış bir tanrı olarak kabul edilmiştir.
Bereket Tanrısı: Ea, özellikle sulama ve bereketle ilişkilendirilir. Mezopotamya’nın verimli topraklarını sulayarak tarımın gelişmesine katkıda bulunduğuna inanılır.
Bilgelik Tanrısı: Ea, Mezopotamya mitolojisinde bilgelik ve hikmetin sembolüdür. İnsanlara bilgi ve akıl veren bir tanrı olarak kabul edilir.
Su Tanrısı: Ea, suyun ve denizlerin efendisi olarak da bilinir. Suların düzenlenmesi ve denizlerin hükümranlığı ona aittir.
Mezopotamya Üçlemesi: Mezopotamya mitolojisinde üç ana tanrı üçlemesi vardır. Bu üçleme, Anu (gök tanrısı), Enlil (rüzgar tanrısı) ve Ea’dan oluşur. Ea, bu üçleme içinde su ve bilgelik alanındaki yetkileri üstlenir.
Ea, Mezopotamya mitolojisinde birçok mitolojik hikayenin merkezinde yer almıştır. Bu hikayeler, onun bereket, bilgelik ve su tanrısı olarak nasıl algılandığını ve insanlar için nasıl bir rol oynadığını açıklar. İşte Ea ile ilişkilendirilen bazı önemli hikayeler:
Atrahasis Destanı: Ea, bu destanda önemli bir rol oynar. İnsanlığın yaratılışı ve tufan hikayesini anlatan bu destan, Ea’nın insanlara yardım etmek için nasıl hareket ettiğini ve onları felaketten nasıl koruduğunu gösterir.
Enmerkar metinleri: Bu hikayelerde Ea, insanlığa yazmayı ve bilgiyi öğretir. Bu, onun bilgelik tanrısı olarak nasıl görüldüğünü vurgular.
Ea’nın Kültü ve Tapınma
Tapınma ritüelleri, onun bereket getireceğine, su kaynaklarını koruyacağına ve insanlara bilgelik sağlayacağına inanılırdı. Ea’ya dualar edilir ve ona sunular sunulurdu. Ona verilen bu saygı, Mezopotamya’nın tarım toplumları için büyük bir önem taşıyordu.
Ea, Mezopotamya mitolojisinin zengin dokusunda önemli bir rol oynamış ve bu mitolojideki diğer tanrılarla birlikte insanların yaşamına derin bir etki etmiştir. Ea’nın bereket, bilgelik ve su ile ilişkilendirilmesi, onun Mezopotamya’nın temel gereksinimlerini sembolize eden önemli bir tanrı olduğunu gösterir. Bu, onun antik kültürdeki yüzyıllar boyunca süren etkisini ve önemini açıklar.
Ea’ya olan tapınma, Mezopotamya’nın farklı bölgelerinde çeşitli tapınaklarda gerçekleşirdi, özellikle Sümer ve Akad dönemlerinde bu tapınma büyük bir öneme sahipti. Tanrıya saygı göstermek amacıyla dualar, ilahiler ve sunular sunulurdu.
Ea ve Enuma Eliş
Mezopotamya mitolojisinin en bilinen hikayelerinden biri Enuma Eliş’tir. Bu efsane, evrenin yaratılışını anlatır ve Ea, bu hikayede önemli bir rol oynar. Enuma Eliş’te, kaos canavarı Tiamat ile savaşan Ea, sonunda diğer tanrıların lideri olarak kabul edilir. Bu hikaye, Ea’nın gücünü ve bilgeliklerini vurgular ve Mezopotamya mitolojisinin merkezinde yer alır.
Babil’in “Enüma Eliş” destanına göre, tanrı Enki, esas tanrılar Apsû ve Tiamat’ın en büyük oğluydu. Başlangıçta dünya kaos bir yapının içindeydi, tatlı suyu temsil eden eril prensip Apsû ile tuzlu suyu temsil eden dişil prensip Tiamat birbirinden ayrılmamışlardı. Apsû ve Tiamat, kendilerinden daha genç tanrıları dünyaya getirmişlerdi, ancak bu tanrılar sürekli gürültü yaparak Apsû’nun huzurunu kaçırmışlardı. Apsû, bu durum üzerine danıştığı veziri ile tanrıları öldürmeye karar verdi.
Tiamat, bu komplonun habercisi olup oğlu Marduk’a durumu gizlice anlattı. Marduk, bu tehdit karşısında babasını öldürme kararı aldı ve böylece krallık tahtını ele geçirdi. Tiamat ise kocasının ölümünü reddederek iblislerden ve yaratıklardan oluşan bir orduyu yönetmeye başladı. Bu ihtiyar tanrılar ordusu, genç tanrıları pek çok savaşta geri püskürttü, umutlarını yitirdiler.
İşte burada Marduk, tanrıların kralı olması şartıyla onları zaferlere taşıyacağını önerdi. Tanrılar bu teklifi kabul ettiler ve Marduk kral seçildi. Marduk, Kingu ile yaptığı teke tek dövüşte onu yendi ve ardından Tiamat’ı devasa bir okla öldürdü.
Tiamat’ın ölümü, Dicle ve Fırat nehirlerinin oluşumuyla sonuçlandı. Ayrıca, Kingu ve Tiamat’ı cesaretlendiren diğer tanrılar da infaz edilerek Kingu’nun bedeni insanlığı yaratmak için kullanıldı. Marduk, bu olaylarda Enki’den danışmanlık aldı ve bu nedenle Enki, dünyayı ve yaşamı birlikte yaratan tanrı olarak kabul edildi.
Bu epik hikaye, Babil mitolojisinin yaratılış anlatısının merkezinde yer alır ve tanrıların dünya ve insanlık üzerindeki etkilerini anlatır. Aynı zamanda Marduk’un zaferi, Babil tanrılarının egemenliğini ve krallığını simgeler. Bu destan, antik Babil kültürünün önemli bir parçasıdır ve mitolojiyi ve inançları daha iyi anlamak için kullanılan bir kaynaktır.
Ea’nın Sembolleri
Ea’nın sembollerinden biri deniz kabuklarıdır. Bu semboller, onun denizlerin ve suyun tanrısı olduğunu vurgular. Ayrıca su kabı ve balıklar da onunla ilişkilendirilir. Su, bereket ve bilgelikle eşanlamlıdır, bu nedenle bu semboller Ea’nın niteliklerini yansıtır.
Kaynakça
Samuel Noah Kramer, .”Sümerler: Tarihleri, Kültürleri ve Karakterleri.”
Enki (Sümer Mitolojisi), Ea (Babil, Akad Mitolojisi), https://ozhanozturk.com/2018/01/27/enki-ea-sumer-mitolojisi/. Erişim Tarihi 14 Ekim 2023.
Mark, Joshua J. “Enki (tanrı)”. Dünya Tarihi Ansiklopedisi, https://www.worldhistory.org/trans/tr/1-14434/enki-tanr/. Erişim Tarihi 14 Ekim 2023.
Hitit Mitolojisi-01 Haziran 2023, https://www.mitolojiler.com/hitit-mitolojisi-tanri-ve-tanricalar/. Erişim Tarihi 14 Ekim 2023.


Hz. Muhammed’in Peygamber Olması ve Hicret (Söylenti Dergisi Ekim 30, 2023)

Hz. Muhammed, İslam dünyasının en önemli peygamberlerinden biridir. İslam’ın temelini atmış ve Müslüman toplumun oluşmasına büyük katkılarda bulunmuştur. Bu yazı, Hz. Muhammed’in peygamber olma süreci ve Hicret dönemini anlatacaktır. Bu iki önemli olay, İslam tarihinin dönüm noktalarıdır ve İslam’ın doğuşunda kritik birer rol oynamıştır.

Din Nedir?
Din kelimesi, Arapça ve farklı dillerde olmak üzere çeşitli anlamlarda kullanılır. Bu terim, farklı dillerde farklı anlamlar içerebilir ve dinin doğasını anlamak için geniş bir yelpaze sunar. Bu terimin farklı dillerdeki anlamları ve çeşitli tanımları:
Arapça:
Cevheri: Aded (sayı), durum, ceza.
Râgıb el-İsfahani: İtaat ve ceza.
Mütercim Asım: 30’dan fazla belirtici tanım yapmıştır.
Diğer Diller:
Ârâmî – İbrânî: Hüküm.
Pehlevi (Eski Farsça): Daenâ.
Halis Arapça: Örf ve adet.
Kur’an-ı Kerim: Din kelimesi Kur’an-ı Kerim’de 92 yerde geçer ve aynı zamanda “et-Tevbe 9/29,” “es-Sâffât 37/53,” “el-Vâkıa 56/86” gibi ayetlerde farklı türevlerle kullanılır ve tanımlanır.
Din genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlaki ögeler içeren bir inanç ve ibadet sistemi olarak tanımlanır. İnsanların yaşamlarını düzenleyen, inançlarını temsil eden, onlara ahlaki değerleri öğreten ve çeşitli ayin ve uygulamaları içeren bir bütündür.
Dünya genelinde 4300’den fazla farklı inanç ve mezhep bulunur. Bunlar arasında semavi dinler yani Hristiyanlık 2.1 milyar, İslam 1.3 milyar ve Yahudilik 14 milyon gibi büyük takipçi sayısına sahip olanlar bulunur. Ahmet Arslan’ın belirttiği gibi, bir dinin din olarak kabul edilebilmesi için geniş bir takipçi kitlesine sahip olması önemlidir.
Din, toplumların kültürel ve tarihsel bağlamına göre farklı yorumlanabilir ve bu, insanlığın çok çeşitli inanç sistemlerini içerdiği anlamına gelir. Dinler, insanların hayatlarını anlamlandırmalarına ve birlikte yaşama kurallarını belirlemelerine yardımcı olan önemli kültürel unsurlardır. Dinlerin tarihi ve çeşitliliği, insanlığın dünya görüşünü, etik değerlerini ve ritüellerini zenginleştirir ve derinleştirir.

Hz. Muhammed’in Peygamber Olması
Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi dönemi, İslam’ın başlangıcını işaret eder ve onun kişiliğini ve toplumsal rolünü anlamak açısından önemlidir. Bu dönemde, onun dürüstlüğü, güvenilirliği ve toplumsal etkisi güvenilir insan rol modeli olarak yansımış ve insanlar arasında Muhammedü’l-Emin olarak anılmıştır.
Hz. Muhammed’in peygamberlik süreci, İslam tarihinin en önemli olaylarından biridir. İslam inancına göre; Hz. Muhammed, Allah’ın son peygamberidir ve peygamberliği, Mekke şehrinde Hira Mağarası‘nda kendisine gönderilmeye başlanan bir dizi vahiy ile başlamıştır. Allah tarafından Cebrail adlı melek aracılığıyla gönderildiğine inanılan bu vahiyler, Kur’an’ın temelini oluşturur. Bazı Antik mitolojilerde Cebrail’in tam karşılığı bulunmaktadır.
Hz. Muhammed’in peygamberliği, Mekke toplumunda büyük değişiklikler yaratmıştır. O, tek bir yaratıcının varlığını ve birliğini vurgulayarak putperest inançlara karşı çıkmıştır. Bu, Mekke’deki pagan inançlarına karşı büyük bir tehdit oluşturmuş ve peygamberlik süreci boyunca Hz. Muhammed ve Müslümanlar büyük zorluklarla karşılaşmıştır. Yine de İslam inancı hızla yayılmış ve Hz. Muhammed peygamberlik süreci boyunca İslam topluluğunu bir araya getirmeyi başarmıştır. Bu süre içinde İslam inancının temel prensipleri belirlenmiş ve vahiyler birleştirilerek Müslümanlar için bir rehber olan Kur’an yazılmıştır.
Hz. Muhammed’in peygamberliği, İslam dininin doğuşunu ve yayılmasını hızlandırmıştır. Peygamberlik dönemi boyunca Hz. Muhammed, Mekke toplumunu İslam’a davet etmiş ve birçok kişinin Müslüman olmasını sağlamıştır. İslam’ın temel inançları, yaratıcının gönderdiği vahiylere dayanmaktadır ve bu inançlar İslam toplumunun birleşmesini sağlamıştır.
Peygamberlik süreci boyunca Hz. Muhammed, Müslümanları İslam’ın ilkelerine bağlı kalmaya teşvik etmiştir. İnsanlara iyi ahlaklı olmayı, dürüstlüğü, cömertliği, sabrı ve adaleti öğreterek onlarla sağlıklı, adaletli bir iletişim kurmayı amaçlamıştır. Bu iletişim sayesinde İslam öğretileri yoğun bir şekilde yayılmıştır. Günümüzde 2 Milyarı aşkın Müslüman nüfusa sahip en kalabalık dinler arasında İslam yer almaktadır.
Onun liderliği ve öğretileri, İslam topluluğunun büyümesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Mekke döneminde yaşadığı zorluklara rağmen Hz. Muhammed ve Müslümanlar, İslam’ı yaymak için büyük bir kararlılıkla çalışmışlar ve birçok zulme/zorluğa göğüs germişlerdir.
Bu zorluklar arasında Mekke’deki Pagan liderleri ve Kureyş Kabilesi’nden ileri gelenler, Müslüman kesimi istismar ve ayrımcılık güderek onları ötekileştirmiş ve insani en temel ihtiyaç olan beslenme, barınma ihtiyaçlarını boykot ederek onları yurtsuz ve besinsiz bırakmışlardır. Müslümanlara türlü türlü hakaretler edilmiş ve şiddet uygulanarak onları inandıkları görüşten vazgeçirmeye çalışılmıştır. Birçok hadis kitaplarında özellikle Buhari, Müslim ve Tirmizi de Hicret’e giden süreçte Müslümanların yaşadığı zorluklar anlatılmış ve bu zorluklar arasında “Hicret yolunda Müslümanların açlıktan ağaç kabuklarını kaynatarak besin olarak tüketmeleri” ibaresi içsel ızdırabın kelimelerden dökülen damlaları olmuştur. Bu gibi zorlu süreçler Hicret olayının başlamasında önem teşkil etmiştir.

Hicret ve İslam Devletinin Kuruluşu
Hicret, İslam tarihinde büyük bir öneme sahip olan bir diğer olaydır. Hz. Muhammed’in ve Müslümanların Mekke’den Medine’ye göç ettiği dönemi ifade eder. Bu olay, İslam tarihinde bir milat olarak kabul edilir ve İslam takviminin başlangıcıdır. Müslümanlar her yıl Hicret’i anmak için Muharrem ayının ilk gününde özel ibadetler ve dualar ederler.
Hicret olayı, İslam topluluğunun zulme uğradığı Mekke’den kaçarak Medine’ye yerleştiği dönemi simgeler. Mekke’deki müşrikler, Müslümanlara şiddet uygulamış ve onları zulme uğratmışlardır. Hz. Muhammed ve Müslümanlar, bu zulme karşı dayanamaz hale gelince ve Peygambere yapılacak suikast söylentileri ortaya çıkınca Medine’ye göç etmeye karar vermişlerdir.
Hicret, İslam topluluğunun bağımsız bir devlet olarak Medine’de yeniden organize olmasını sağlamıştır. Medine, Müslümanlar için bir sığınak ve İslam topluluğunun gelişmesi için önemli bir merkez haline gelmiştir. Hicret, İslam tarihinde birçok savaşın da başlangıcı olmuştur ve Müslümanlar ile müşrikler arasındaki çatışmalar bu dönemde yoğunlaşmıştır.
Medine’de kurulan İslam devleti, Müslümanlar için bir güvence sağlamıştır. Medine, Müslümanların İslam’ı özgürce yaşayabileceği bir ortam sunmuş ve İslam topluluğunun büyümesine olanak tanımıştır. Hicret dönemi boyunca, İslam topluluğu Medine’de bir araya gelmiş, bir anayasa olan Medine Vesikası ile bu topluluğun yönetimini düzenlemiştir. Hicret sonrası savaşlar, İslam topluluğunun bağımsızlığını korumak için verilen mücadeleleri simgeler. Bu savaşlar, İslam’ın savunulması ve yayılması için yapılan önemli çabaların bir yansımasıdır.
 
Sonuç
Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Hicret, İslam’ın temelini atmış ve bu dinin tarihini şekillendirmiştir. Hz. Muhammed’in peygamberliği, İslam inancının temel ilkelerini belirlemiş ve İslam topluluğunun birleşmesini sağlamıştır. Hicret ise Müslümanlar için bir sığınak oluşturmuş ve İslam devletinin kurulmasına imkan sağlamıştır.
Hz. Muhammed’in liderliği ve öğretileri, İslam’ın yayılmasını hızlandırmış ve İslam topluluğunun büyümesini sağlamıştır. Hicret ise İslam topluluğunun bağımsızlığını korumak için atılan önemli bir adımdır.
Bu olaylar, İslam’ın doğuşunu ve gelişimini anlamak için büyük öneme sahiptir ve İslam topluluğunun birlik ve bağımsızlık mücadelesini yansıtır. İslam dünyasında bu olaylara büyük saygı duyulur, önem verilir ve bu olaylar Müslümanlar için kutsal kabul edilir. Hz. Muhammed’in peygamberliği, İslam inancının temelini oluştururken, Hicret İslam topluluğunun bağımsızlığını kazanmasına yardımcı olmuş ve İslam’ın yayılmasına olanak sağlamıştır.

Hz. Muhammed Tasvirleri
Hz. Muhammed’in fiziksel görünümü hakkında tarihi kaynaklarda farklı betimlemeler bulunsa da farklı anlatılarda belirtilen özellikleri şu şekilde özetleyebiliriz:
Allah’ın elçisi olarak tanımlanan Hz. Muhammed, ne çok uzun ne de çok kısa bir boya sahipti. Saçları ne düz ne de kıvırcık ve siyahtı. Gözleri son derece güzel olup simsiyahtı. Sakalı gürdü; boynu oldukça güzeldi, ne çok uzun ne de çok kısaydı. Boynunun güneş ve rüzgar gören kısmı “altınla karışmış gümüş gibi bir parlaklığa” sahipti. Göğsü geniş ve düz, omuzları geniş, kol ve pazuları iriydi. Avuçlarının ise ipekten de yumuşak olduğu söylenir. Detaylı bilgi için “Tektanrıcılık (Monoteizm) ve Peygamber Tasvirlerine Bir Bakış” adlı çalışmaya bakabilirsiniz.

Kaynakça
İbn İshak, “Si̇ret-i̇ Nebiyyi̇n”, Daru’l-Fikr Yayınları, 1993.
Çeti̇nbaş, Umut. “TEKTANRICILIK (MONOTEİZM) VE PEYGAMBER TASVİRLERİNE BİR BAKIŞ”. Ocak 2022.www.academia.edu, https://www.academia.edu/99535855/TEKTANRICILIK_MONOTE%C4%B0ZM_VE_PEYGAMBER_TASV%C4%B0RLER%C4%B0NE_B%C4%B0R_BAKI%C5%9E.
İbn Hişam, “Si̇ret-i̇ Nebi̇yyi̇n”, Kahraman Yayınları, 2013.
Watt, W. Montgomery, “Medine’de Muhammed”, Oxford University Press, 1962.
Armstrong, Karen, “Muhammed: Zamanımızın Peygamberi”, HarperOne, 2006.


Hudeybiye Anlaşması: İslam Tarihinin Dönüm Noktası (Söylenti Dergisi Kasım 18, 2023)

Hudeybiye Anlaşması, İslam tarihinde büyük bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu anlaşma, Muhammed peygamber liderliğindeki Müslümanlar ile Mekkeli gayrimüslimler arasında 6 yıl süren yoğun çatışmaların ardından yapıldı. Hudeybiye Anlaşması, İslam’ın yayılması ve İslam topluluğunun büyümesi için kritik bir rol oynamıştır. En önemli özelliği, Mekkelilerin Medineli Müslümanları hukuken tanımış olması ve de Mekke’nin fatihine giden süreci başlatmış olmasıdır.

Hudeybiye Anlaşması’nın Tarihi Arka Planı
Hudeybiye Anlaşması’nın öncesi, İslam’ın Mekke’deki erken dönemlerine dayanır. İslam’ın ilk yıllarında, Mekkeli gayrimüslimlerin Muhammed Peygamber ve onun takipçilerine şiddet uyguladıkları ve onları zulme uğrattıkları söylenir. Bu süreçte birçok Müslüman hicret etmiş ve Medine’ye sığınmıştır. Mekke’deki Müslümanlar ve Mekkeli gayrimüslimler arasındaki çatışma giderek arttı.
Muhammed Peygamber, hicretin yedinci yılında (M. S. 628), kutsal kabul edilen Kâbe’yi ziyaret etmek istedi. Bu niyetle, kendisi ve 1400 civarında Müslüman, Mekke’ye gitmek üzere yola çıktılar. Ancak Mekkeli gayrimüslimler, Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etme isteklerini reddetti. Bunun üzerine iki taraf, ara bulmak üzere Hudeybiye mevkiinde toplandı.

Hudeybiye Anlaşması’nın Şartları
Barış ve Dokunulmazlık: Anlaşma, on yıl boyunca sürecek bir barışı öngörüyordu. Her iki taraf da birbirlerine saldırmamayı, birbirleriyle savaşmamayı kabul etti. Bu süre içinde Müslümanlar ve gayrimüslimler arasında barışçıl ilişkiler kurulacaktı.
Mekke’ye Giriş İzni: Anlaşma, Müslümanlara Mekke’yi barışçıl amaçlarla ziyaret etme izni verdi. Böylece Muhammed peygamber ve Müslümanlar, Kâbe’yi ziyaret etme amacına ulaşmış oldular.
Taif’e Yardım Garantisi: Anlaşma, Müslümanların, bir yıl sonra Taif’e gidebilmeleri için Mekke müşriklerinin onları engellememesini öngörüyordu. Bu, Müslümanların diğer bölgelerde İslam’ın yayılmasına destek verme fırsatı bulmalarını sağladı.
Müslümanlara Karşı İttifaklar: Anlaşma, Mekkeli gayrimüslimlerin İslam’a karşı oluşturdukları ittifakları, İslam’a savaş açmamaları koşuluyla dağıtmayı öngörüyordu. Bu, İslam topluluğu için bir rahatlamaya neden oldu.

Hudeybiye Anlaşması’nın Sonuçları
Hudeybiye Anlaşması, İslam’ın yayılması ve İslam topluluğunun büyümesi açısından büyük bir dönüm noktasıydı. Anlaşmanın sonuçları ise şunlar oldu:
Barış ve İstikrar: Anlaşma, Müslümanlar ve Mekkeli gayrimüslimler arasında on yıl sürecek bir barışı sağladı. Bu, iki taraf için de istikrarlı bir dönemin başlangıcıydı.
Kâbe’nin Ziyareti: Anlaşma, Muhammed Peygamber ve Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmelerine izin verdi. Bu, İslam’ın kutsal mekanlarına olan erişimi kolaylaştırdı ve İslam’ın yayılmasına büyük katkı sağladı.
Diplomatik İlişkiler: Hudeybiye Anlaşması, diplomatik ilişkilerin önemini vurguladı. İslam topluluğu, barış ve müzakereler yoluyla çıkarlarını koruma ve yayılma fırsatı buldu.
Taif Seferi: Anlaşma, Müslümanların bir yıl sonra Taif’e gitme hakkını güvence altına aldı. Bu, İslam’ın yayılmasına katkıda bulundu ve Taif’te birçok insanın Müslüman olmasını sağladı.
İttifakların Zayıflaması: Anlaşma, Mekke müşriklerinin İslam’a karşı oluşturdukları ittifakları zayıflattı. Bu, Müslümanların güvenliğini artırdı ve İslam’ın yayılmasına engel olan faktörleri ortadan kaldırdı.

Hudeybiye Anlaşması ve İslam’ın Yayılması
Hudeybiye Anlaşması’nın ardından İslam topluluğu için bir dönem barış ve istikrar başladı. Anlaşma, İslam’ın yayılmasına büyük katkı sağladı çünkü Müslümanlar artık kutsal topraklara daha rahat ulaşabiliyorlardı. İslam’ın temel inançlarını daha geniş bir kitleye ulaştırmak için büyük fırsatlar doğdu.
Anlaşma sonrası Taif Seferi, Müslümanların Taif şehrine gitmelerine izin verdi. Muhammed peygamber ve beraberindekiler, Taif’te İslam’ı öğretti ve birçok insanın Müslüman olmasını sağladılar. Bu, İslam’ın yayılmasına büyük bir ivme kazandırdı ve İslam topluluğunun büyümesine katkı sağladı.
Hudeybiye Anlaşması aynı zamanda Mekkeli gayrimüslim ittifaklarını zayıflattı. Anlaşma şartları, Mekkeli gayrimüslimlerin İslam’a karşı saldırılarına son verme konusunda zorladı. Bu, Müslümanlar için bir güvenlik duvarı oluşturdu ve onların daha rahat bir şekilde İslam’ı yaymalarına olanak tanıdı.

Hudeybiye Anlaşması ve Diplomasi
Hudeybiye Anlaşması, diplomasi ve müzakerenin İslam topluluğu için ne kadar önemli olduğunu gösterdi. İslam’ın ilk yıllarında, gayrimüslimlerle yapılan savaşlar ve mücadeleler sürmüştü. Ancak Hudeybiye Anlaşması, iki taraf arasında barışın, istikrarın ve diplomasinin önemini vurguladı.
Sonuç olarak Hudeybiye Anlaşması, İslam tarihinde barışın ve diplomasinin önemini vurgulayan önemli bir olaydır. Bu anlaşma, Müslümanların Kâbe’yi ziyaret etmelerine izin verdiği gibi, diplomatik ilişkilerin ve müzakerelerin önemini de vurgulamıştır. Ayrıca, Müslümanların güvenliğini artırdı ve İslam’ın yayılmasına büyük katkı sağladı. Anlaşmanın sonuçları, İslam’ın daha geniş bir coğrafyada kabul görmesine ve büyümesine olanak tanıdı. Bu anlaşma, İslam tarihindeki en önemli diplomatik olaylardan biridir ve İslam’ın dünya çapında yayılmasına büyük katkı sağlamıştır.

Kaynakça
M. Hamidullah, “Dünyada İlk Yazılı Anayasa: Peygamber Dönemine Ait Önemli Bir Hukuki Belge”, The Muslim World, 1955.
Ali Ünal, “Seçilmiş Peygamber Muhammed Mustafa”, Tuğra Kitapları, 2014.
Karen Armstrong, “Muhammed: Zamanımızın Peygamberi”, HarperOne, 2006.
W. Montgomery Watt, “Muhammad ve Medine”, Oxford University Press, 1956.
Yvonne Yazbeck Haddad, “İlk Müslümanlar: Tarih ve Hafıza”, Oneworld Yayınları, 2007.


Aranzah: Dicle Nehri’nin Gizemli Tanrısı (Söylenti Dergisi Kasım 28, 2023)

Antik Mezopotamya’nın bereketli topraklarında akan Dicle Nehri, tarih boyunca bu bölge için hayati bir rol oynamıştır. Bu nehir sadece su temini sağlamakla kalmamış, aynı zamanda çeşitli dini inançların ve mitolojilerin merkezi olmuştur. Dicle Nehri’ne atfedilen tanrı veya tanrıça olan Aranzah’ı inceleyeceğiz. Aranzah, bu nehir ve çevresi için önemli bir figür olarak karşımıza çıkmasının yanı sıra Mezopotamya’daki inanç sistemlerinde de kilit bir rol oynamaktadır.

Mezopotamya Mitolojisi ve Dicle Nehri’nin Gizemli Tanrısı Aranzah
Aranzah, Mezopotamya‘nın eski dinlerinde Dicle Nehri’ne hükmeden bir tanrı veya tanrıça olarak kabul edilir. Ancak, Aranzah hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak oldukça zordur, çünkü bu döneme ait yazılı kaynaklar sınırlıdır ve pek çoğu tahrip olmuştur. Aranzah, Dicle Nehri’ni koruyan ve onun bereketini sağlayan bir tanrı veya tanrıça olarak düşünülür.
Aranzah’ın Mezopotamya toplumları için ne kadar önemli olduğunu anlamak, bu tanrı veya tanrıça figürünün yeryüzüne getirdiği bereket ve refahla bağlantılıdır. Dicle Nehri, bu topraklarda tarımın temel kaynağıdır. Bu nedenle bu nehrin verimliliği sık sık dini inançlarla ilişkilendirilmiştir. Aranzah, bu verimliliği kontrol eden bir tanrı veya tanrıça olarak kabul edilir. Dicle Nehri’nin taşkınları ve kurak dönemleri, Aranzah’ın nehir üzerindeki gücüne atfedilmiştir ve bu durum, bu tanrı veya tanrıça figürünün önemini daha da vurgulamıştır.

Aranzah’ın Mitolojik Hikayesi
Aranzah’ın mitolojik hikayesi, bu tanrı veya tanrıça figürünün nasıl ortaya çıktığını ve Dicle Nehri üzerindeki etkisini anlatır. Ne yazık ki, bu hikayenin tamamına dair net bir kaynak bulunmamakla birlikte bazı mitolojik eserlerde bu konuya ilişkin yalnızca ipuçları bulunmaktadır. Araştırmacılar, bu hikayeyi daha iyi anlamak için eldeki mevcut kaynakları incelemeye devam etmektedirler.
Aranzah hakkında mevcut bilgilere rağmen bu figürün mitolojik hikayesini oluşturmak için bazı varsayımlar ve tahminlerde bulunabiliriz. Mezopotamya mitolojisinin temel figürlerinden biri olarak kabul edilen Enlil, Nehir Tanrısının babası olarak kabul edilmiştir. Aranzah’ın nehir üzerindeki gücü, onun Enlil’in soyundan gelmesiyle ilişkilendirilmiş olabilir. Aranzah, Dicle Nehri’ni kutsal ve bereketli kılan bir figür olarak kabul edilirken, Enlil de Rüzgarlar Tanrısı olarak Mezopotamya’da büyük bir öneme sahiptir.
Aranzah, Dicle Nehri üzerindeki etkisiyle sadece bereketi temsil etmekle kalmamış, aynı zamanda diğer sembolik anlamlarla da ilişkilendirilmiştir. Aranzah, suların hükümdarı olarak kabul edilir ve bu nedenle yaşamın temeli olan su ile yakından ilişkilendirilir. Onunla özdeşleşen sular, hayatın kaynağıdır ve onun bereketin simgesi olduğuna inanılır.
Aranzah hakkında bilinmeyen pek çok detay bulunmaktadır. Arkeologlar, tarihçiler ve mitologlar; Aranzah’ın mitolojik kökenlerini, tapınma ritüellerini ve Dicle Nehri’ne atfedilen inançları daha iyi anlamak için çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu çalışmalar, Mezopotamya mitolojisinin daha derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda, bu figürün diğer tanrılar ve tanrıçalarla nasıl ilişkilendirildiğini de araştırmak büyük önem taşır çünkü tarih, bir süreçten ibarettir.
Aranzah’nın doğumu “Kumarbi Efsanesi”nde şöyle geçmektedir;
“Gök krallığının ilk sahibi Alalu’ya karşı oğlu Anu ayaklanarak krallığı eline geçirir.
Fakat krallığının dokuzuncu yılında Anu’ya karşı da oğlu Kumarbi isyan eder.
Meydana gelen mücadelede Kumarbi babasının erkeklik uzvunu ısırır.
O zaman Anu, oğluna «Şimdi felâketi yuttun.
Seni üç korkunç tanrıya gebe bıraktım» diyerek yere tükürür.
Bunun üzerine yer gebe kalır ve fırtına tanrısı ile Aranzah (bugün Dicle) nehri ve Taşmişu adlı tanrısal mahlûk dünyaya gelir.”

Kumbarbi Efsanesi ve Tanrı Aranzah
Kumbarbi efsanesi, antik Mezopotamya mitolojisinde önemli yer tutan bir hikayedir. Bu efsane, Anadolu’da Hurriler tarafından da benimsenmiş ve farklı varyasyonlarda anlatılmıştır. Kumbarbi’nin hikayesi, tanrılar arasındaki bir iktidar mücadelesini konu alır ve bu mücadelede yer alan tanrılar arasında Aranzah da bulunur.
Aranzah, Zerdüştlük inancında önemli bir tanrıdır ve genellikle iyilik, doğruluk ve adaletle ilişkilendirilir. Kumbarbi efsanesinde, Aranzah, diğer tanrılarla birlikte yer alır ve tanrı Kumarbi’nin oğlu olarak bilinen Teşub’un rakibi konumundadır. Kumarbi, Teşub’u devirmek için çeşitli planlar yapar ve bu süreçte Aranzah da olayların merkezinde yer alır.
Efsaneye göre, Kumarbi, tanrı Anu’nun oğlu Teşub’u devirmek için bir yol arar ve bunun için Aranzah’ı kullanır. Kumarbi, Aranzah’ı Teşub’a karşı kışkırtır ve onun gücünü zayıflatmak amacıyla planlar yapar. Ancak Aranzah, sonradan bu planları öğrenir, Kumarbi’nin hileli planlarına karşı koymak için harekete geçer.
Bu efsane, tanrılar arasındaki çekişme, hile ve adaletin önemi gibi evrensel temaları içinde barındırır. Aranzah’ın hikayesi, doğruluk ve dürüstlüğün önemini vurgular ve adaletin sağlanması için mücadele eder.
Kumbarbi efsanesi ve içinde geçen Aranzah karakteri, antik dönem mitolojilerindeki tanrılar arası ilişkilerin karmaşıklığını ve insanın doğaya, kozmosa olan bakışını yansıtır. Bu efsane, sadece bir mitolojik hikaye olmanın ötesinde, insanın içsel mücadelesini, adalet arayışını ve iyilik ile kötülük arasındaki dengeyi anlamak adına da değerlidir.

Aranzah’nın Kültürel Önemi ve Tapınma
Mezopotamya’nın çeşitli bölgelerinde, Aranzah’a tapınan kutsal alanlar ve tapınaklar bulunmuştur. Aranzah’a sunulan ritüeller ve kurbanlar, Dicle Nehri’nin taşkınlarına ve kurak dönemlerine karşı koruma sağlamak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Aranzah’ın tapınımı, Mezopotamya toplumları için hayati bir öneme sahip olmuş ve nehirle bütünleşen bir inanç sistemini yaratmıştır. Aranzah’a olan tapınma, Mezopotamya’nın çeşitli bölgelerinde farklı festivallerle kutlanmıştır. Bu festivallerde, çiftçiler ve toprak sahipleri, Aranzah’a özel sunaklarda kurbanlar sunmuş ve nehir tanrısının bereketini çağırmışlardır. Bu ritüeller, Dicle Nehri’nin taşkınlarına karşı korunma ve bol ürün alınması amacıyla gerçekleştirilirdi. Genellikle, bu festivaller hasat zamanında düzenlenir ve tarım ürünlerinin bereketini kutlamak için çeşitli şenliklerle taçlandırılırdı.
Aranzah’ın kültü, Hitit ve Hurri bölgelerinde yaygındır. Aranzah’a tapınmak için nehir kıyılarında sunaklar kurulur, suya kurbanlar atılır, dua ve ilahiler okunurdu. Aranzah’a tapınanlar, nehrin sularının kendilerine bereket, sağlık ve mutluluk getirmesini isterlerdi. Aranzah, aynı zamanda savaşlarda da yardımcı olurdu. Hitit kralı III. Murşili, Aranzah’a yaptığı bir duada, nehrin sularının düşmanlarını boğmasını ve kendisine zafer vermesini dilemiştir.
Dicle Nehri’ne atfedilen Aranzah, Mezopotamya’nın zengin tarihinde önemli bir dini figürdür. Bu tanrı veya tanrıça, nehrin bereketini ve verimliliğini kontrol ettiğine inanılan bir varlık olarak kabul edilir. Aranzah’ın mitolojik hikayesi hala net olmamakla birlikte, bu figürün Mezopotamya toplumları için ne kadar önemli olduğu açıktır. Dicle Nehri, bu bölgenin yaşam kaynağı olmaya devam ederken, Aranzah da bu nehrin üzerindeki esrarengiz hükümdar olarak hafızalarda kalmaya devam edecektir. Aranzah’ın eşi, Fırat Nehri’ni temsil eden tanrıça Arinna’dır. Aranzah ve Arinna’nın çocukları ise nehir tanrılarıdır. Mezopotamya’nın tarihi ve kültürel mirasının bir parçası olan Aranzah, bu bölgenin zengin geçmişini yansıtan bir simge olarak varlığını sürdürmektedir.

Kaynakça
Kumarbi Efsanesi Nedir,Özeti | Tarih Bilgileri | Hakkında Bilgi. 29 Mart 2013, https://hakkindabilgial.com/kumarbi-efsanesi/.
“Hitit Mitolojisinin tanrı ve tanrıçaları”. Mistikalem, 06 Ağustos 2018, https://www.mistikalem.com/mitoloji/hitit-mitolojisinin-tanri-ve-tanricalari-haberi-9284.
“Hitit Mitolojisinin tanrı ve tanrıçaları”. Mistikalem, 06 Ağustos 2018, https://www.mistikalem.com/mitoloji/hitit-mitolojisinin-tanri-ve-tanricalari-haberi-9284.
Schwemer, Daniel. Çivi Yazısı Kültürleri Çağında Mezopotamya ve Kuzey Suriye’nin Hava Tanrıları. Yazılı Kaynaklara Göre Materyaller ve Çalışmalar, Wiesbaden: Harrassowitz, 2001.www.academia.edu, https://www.academia.edu/16999070/Die_Wettergottgestalten_Mesopotamiens_und_Nordsyriens_im_Zeitalter_der_Keilschriftkulturen_Materialien_und_Studien_nach_den_schriftlichen_Quellen_Wiesbaden_Harrassowitz_2001. Erişim 25 Kasım 2023.
Van Dongen, Erik. “Hititçe ‘İleri Gitme Şarkısı’ (CTH ₃₄₄): Anlatının Yeniden Değerlendirilmesi”. Die Welt des Orients, c. 42, sy 1, 2012, ss. 23-84.


Maniheizm: Antik Düalizmin İzleri (Söylenti Dergisi Aralık 10, 2023)

Antik bir din ve felsefi inanç sistemi olan Maniheizm, ismini kurucusu olarak kabul edilen Mani’den almıştır. Bu inanç sistemi, özellikle M.S. III. yüzyıl süresince Pers İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu ve Orta Asya’da önemli bir takipçi kitlesi kazanmıştır.

Maniheizm Hakkında
Maniheizm, tarih boyunca birçok farklı inanç sisteminin etkisi altında gelişti. Bu inanç sisteminin kurucusu olan Mani doğduğunda Pers İmparatorluğu Zerdüştçülüğe dayanan bir din ve inanç sistemine sahipti. Buna ek olarak Hristiyanlık ve Budizm gibi dinler de bu coğrafyada etki göstermekteydi.
Farklı dinlerin etkisinde büyüyen Mani, bu dinlerin öğretilerini birleştirerek kendi inanç sistemini geliştirdi. Mani’nin öğretisi özellikle Zerdüştçülük, Hristiyanlık, Budizm ve Gnostisizm’den etkilenmiştir; bundan dolayı bir tür sentez din olarak kabul görür.
Doğduğu dönemde Pers İmparatorluğu içinde, peygamberlerin mührü yani son peygamber olduğuna inanılan Mani, Maniheizm’i kısa sürede geniş bir coğrafyaya yaymayı başarmıştır.
Mani dini, Dünya’yı tanrısal aydınlık ile karanlık iki rakip olarak karşı karşıya getiren bir anlayışa sahiptir. Bu ikisinin birbirleri ile mücadelesinde aydınlığın bir kısmı karanlığın içinde (dünyanın içinde) tutsak kalmıştır. Herhangi bir canı söndürmek, hatta bir meyveyi dalından koparmak bile tanrısal maddeye zarar verip aydınlığın tutsaklığını daha da uzatır. Işığın (aydınlığın) tutsaklığına ancak seçilmişlerin yardımı ile son verilebilir. Seçilmişler hiçbir canlıyı incitmezler ve asla cinsel ilişkide bulunmazlar. Bu yüzden kendi başlarına geçimlerini sağlayamazlar; dinleyenler ise onların ihtiyaçlarını temin ederler. Seçilmişlerin sindiriminde ışık ile karanlığın birbirinden ayrıldığına, dua ve şarkı yardımı ile bu elde edilen ışığın tekrar Tanrı’ya geri döndüğüne inanılır. Dinleyenlerin günahlarını temizlemek için birçok enkarnasyonlardan geçmeleri gerekir.İnanca göre; Dünya’nın sonunda ışık ile karanlık ebediyen ayrılacaktır.
Manicilik, aslında Zerdüşt düalizmi, Babilonya folkloru, Budist ahlâk ilkeleri ve Hristiyan unsurların bir karışımından oluşmaktadır. Bu bileşimde önde gelen anlayış; iki ezelî ilkenin yani iyi ve kötünün çatışmasıdır. Bu bakımdan din tarihi araştırmaları, Maniciliği bir tür dinsel düalizm (ikicilik) olarak sınıflandırmışlardır. Mani dini en parlak dönemini, 7. yüzyılda Uygur Devleti’nin millî dini olarak ilan edilmesi ile yaşamıştır.

Mani’nin Doğuşu ve Maniheizm
Mani, 216 yılında Güney Mezopotamya’da doğdu. Ailesi, heterodoks bir Hristiyan mezhebi olan Elkesai’ye bağlıydı; bu durum Mani’nin çocukluğunda ve gençliğindeki çevresinin dini ortamını şekillendirdi.
Anlatılanlara göre; Mani on iki yaşında bir melekle karşılaşmış ve yirmi dört yaşına geldiğinde bu melekten aldığı öğretilerle yeni bir dini yaymaya başlamıştır. Mani, ikizi olarak adlandırdığı bu melekten aldığı ilhamla yeni bir inanç sistemi geliştirmiştir. Bu öğretiler, Maniheizm olarak bilinen ve Zerdüştlük, Hristiyanlık ve diğer inanç sistemlerinden etkilenen bir dinin temelini oluşturmuştur.
Mani, Sasani İmparatorluğu’nun I. Şapur döneminde hareketine hoşgörüyle karşılanmış ve İran başta olmak üzere farklı bölgelerde dinini yayma fırsatı bulmuştur. Ancak, I. Behram döneminde Mecusi başrahibi Kartir’in önderliğinde Maniheistlere yönelik şiddetli bir baskı dönemi başlamıştır. Bu süreçte Maniheizm’e karşı zulüm ve sindirme kampanyaları yoğunlaşmış, Mani ise yakalanarak zindana atılmış ve 276 yılında öldürülmüştür.
Mani’nin öğrencileri, onun misyonunu devam ettirmiş ve Mani’yi farklı inanç sistemlerine göre farklı şekillerde tanıtmışlardır. Mani, Mecusiler tarafından Zerdüşt’ün manevi oğlu, Budistler tarafından geleceğin Buda’sı (Maitreya) ve Hristiyanlar tarafından Faraklit olarak anılmıştır.
Maniheizm, gelişmiş bir misyonerlik organizasyonuna sahipti ve Güney İran ve Mezopotamya’yı aşarak Mısır, Anadolu, Avrupa ve Asya içlerine kadar yayıldı. IV. yüzyılda Hristiyanlığın en büyük rakibi haline geldi ve Uygurlar’ın resmi dini olmuştur. Ancak, VI. yüzyıldan itibaren Batı’da ve XII. yüzyıldan sonra Asya’da gerilemeye başlamıştır.
Maniheistler, Müslümanlar tarafından fethedilen bölgelerde zimmîlik statüsüne alınmıştır ve genellikle dinî özgürlük görmüşlerdir. Orta Çağ’da Maniheizm, çeşitli heterodoks Hristiyan mezheplerinin oluşumunu etkilemiştir; özellikle Paulikanlar, Bogomiller, Katarlar ve Albigensler gibi akımlar Maniheizm ile paralellik göstermiştir. Bu akımlar, Orta Çağ Maniheizmi veya Neo-Maniheizm olarak da adlandırılmaktadır.

İslâm Kaynaklarında Maniheizm
Maniheizm, İslam düşünce tarihinde, tevhid inancına aykırı olarak kabul edilen, düalistik ve âlemin ezelîliğini gerektiren bir inanç sistemidir. Bu inanç, kelam kitaplarının ilahiyat bölümlerinde, mezhepler tarihi kitaplarında ve diğer tarih kaynaklarında genellikle kurucusu Mani’nin ismiyle anılarak Mâniyye, Mâneviyye veya Mennâniyye olarak tartışılmıştır.
Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Mennâniyye’nin insanı, kendilerinin de cisim olarak gördüğü beş duyudan oluşan bir varlık olarak tanımladığını ve her şeyin nur ve zulmetten meydana geldiğini belirtmiştir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ise Mennâniyye’nin âlemin kadîm ve ezelî iki prensipten, yani nur ve zulmetten yaratıldığına inandıklarını ve bu prensiplerin bir gün ayrılacağına inandıktan sonra, bunlardan meydana gelen âlemin aslında sonlu olduğunu ispatlamak üzere farklı deliller sunmuştur.
Kādî Abdülcebbâr, eserinde tevhid inancına aykırı bulduğu düalist inanç sistemlerini ele alarak Mâniyye’nin âlemin nur ve zulmet olmak üzere kadîm ve ezelî iki prensipten yaratıldığına, bu iki prensibin farklı cevher, nefis, fiil ve sıfatlara sahip olduğuna inandığını, ancak yaratılış konusunda iki kadîm aslın bir araya gelme ve ayrılma hususunda görüş ayrılığına düştüklerini belirtmiştir.
Abdülkāhir el-Bağdâdî, Mani’nin tenasüh inancına ve âlemin ezelîliğine inandığını ifade etmiş, bedenlerinden ayrıldıktan sonra doğru kişilerin ruhlarının nura giderek ebedî mutluluk içinde kalacağını, kötülerin ruhlarının ise arınıncaya kadar hayvan bedenlerine geçeceğini ve daha sonra nura kavuşacaklarını aktarmıştır.
Şehristânî, Mâneviyye olarak adlandırdığı bu dinin, âlemin nur ve zulmetten meydana geldiği temel prensibi üzerine kurulduğunu ifade ettikten sonra, bu prensipleri birbirinden ayıran temel özelliklere odaklanmış ve Mani’nin bazı yasaklar koyduğunu belirtmiştir. Tarihçi Ya‘kūbî ise Mani’nin yaşamı, öğretileri ve öğrencilerinin faaliyetleri hakkında bilgi vermiş ve Mani’nin kitaplarını ana hatlarıyla tanıtmıştır.

Maniheizm’in Kuralları ve İnançları
Maniheizm’in ana öğretisi, düalizme dayanır. Bu düalizm, iyi ve kötü arasındaki mücadeleyi temsil eder. Maniheizm’e göre, evrende var olan iyi tanrı (Ahura Mazda gibi) ve kötü tanrı (Ahriman gibi) arasında bir savaş vardır. İnsanlar da tüm varlık dünyasının temelini oluşturan bu savaşın bir parçasıdır. İnsanlar, iyi ve kötü arasındaki çatışmanın bir yansıması olarak dünyaya gelirler. Bu savaşın etkisi altında yaşarlar ve ruhlarının kurtuluşu için çaba göstermelidirler. Maniheizm, birçok ritüel ve ibadeti içerir. Takipçiler, iyi tanrıyı temsil eden ışığa doğru çekilmeye çalışırken, kötü tanrıyı temsil eden karanlıktan uzak durmaya çalışırlar.
Maniheizm aynı zamanda evrensel bir din olarak kabul edilir. Mani, öğretilerini farklı kültürlerde ve dillerde yaymaya çalıştı. Bu nedenle din, farklı coğrafyalarda ve topluluklarda takipçi kitlesi bulmuştur.
Maniheizm’in dinî kuralları, kurtuluşa ulaşmak için ruhun belirli fiillerden kaçınması ve çeşitli kurallara uyması gerektiğini öngörür. Beş emir ve üç mühür olarak adlandırılan kurallar, Mani’nin öğretilerine göre belirlenmiştir. Beş emir arasında oruç tutmak, dua etmek, sadaka vermek, yalan söylememek, hiçbir canlıyı öldürmemek, et yememek, temizlik ve sağlık konusunda dikkatli olmak, mala düşkünlüğü terk etmek ve alçak gönüllü olmak yer alır. Üç mühür ise ağzın, elin ve gönlün kontrol altında tutulması gerektiği prensibini ifade eder. Ağzın mührü kötü sözlerden kaçınmayı, etten kaçınmayı ve içki içmemeyi gerektirir. Elin mührü, ışık unsurlarına zarar verecek davranışlardan kaçınmayı ifade eder. Gönlün mührü ise evlenmemeyi ve cinsellikten uzak durmayı öngörür. Evlenme Mani’ye göre maddî varlığın devamını sağlayan ve yeni bedenlerin oluşmasına yol açan kötü arkonların taklidi olarak görülür.
Maniheist cemaat, kurallara tam olarak riayet eden seçkinler ve kurallara tam olarak uymayan dinleyiciler olmak üzere ikiye ayrılır. Seçkinler öldüklerinde doğrudan temizlenmiş olarak ışık âlemine yükselirler. Kurallara uymayanlar ise seçkinler tabakasından biri olarak reenkarnasyona tâbi olurlar ve daha iyi biri olarak bedenlenmek için önceki hayatlarındaki hizmet ve destekleriyle öne çıkarlar. Onlar, sadece belirli kurallara uymaları halinde dinleriyle bağlı kalabilirler: Tek evlilik yapmak, zina, yalan, hırsızlık, riyakârlık, putperestlik, sihir, hayvanları öldürme ve dinî şüphelerden uzak durmak, seçkinlere hizmet etmek.
Maniheizm’in temel ibadetleri arasında dua ve oruç yer alır. Seçkinler günde yedi vakit kuzeye dönerek dua etmeli, dinleyiciler ise günde dört defa ibadet etmelidir. Haftalık oruçlar ve yılın çeşitli zamanlarına serpiştirilmiş oruç günleri, önemli bir yer tutar. Kutsal günler arasında Berna Kutlaması öne çıkar; bu tören, Mani’nin ölümü anısına düzenlenir. Ayrıca musafaha yapma, kutsama törenleri ve ölüler için anma törenleri de yapılır. En önemli ayinlerden biri; seçkinlerin günlük yemeğini düzenlemesi ve dinleyicilerin katılmasıdır. Ayrıca haftalık tövbe ve günah itirafı ile yıllık tövbe ayini yapılır. Dinleyicilerin gelirlerinin bir kısmını cemaate vermesi de dinî görevdir.
Dinî öğretilerin vaaz edilmesi, cemaati temsil etme ve âyinleri yönetme gibi işler seçkinler tarafından yürütülür. Belli bir hiyerarşiye göre düzenlenmiş olan bu grup, bir lider, on iki öğretici, yetmiş iki piskopos, üç yüz altmış yaşlılar grubu ve sıradan seçkinlerden oluşur. Sıradan seçkinler arasında kadınlar da yer alırken, diğer birimler sadece erkeklere özeldir.

Maniheizm’in Etkileri
Maniheizm, Antik Dönem’de büyük bir etkiye sahipti. Özellikle Pers İmparatorluğu’nda ve Orta Asya’da yayıldı. Maniheist rahipler, dinlerini yaymak için seyahat ettiler ve farklı kültürlerde etkili oldular. Ancak Maniheizm, diğer dinlerle sık sık rekabet halindeydi ve birçok kez zulme uğradı. Maniheizm, Orta Çağ boyunca hızla azaldı ve sonunda neredeyse tümüyle kayboldu.

Kaynakça
“MANİHEİZM”. TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/maniheizm. Erişim 25 Kasım 2023.
Jurix | Maniheizm Dini ve Bu Dinin Eski Orta- Asya Türk Hukuku’na Etkileri. https://jurix.com.tr/article/4404. Erişim 25 Kasım 2023.
Biyik, Mustafa. “Maniheizm”. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 1, sy 1, 1, Haziran 2002, ss. 378-93.
Iain Gardner, Samuel N.C. Lieu, “Roma İmparatorluğu’ndan Maniheist Metinler”, Cambridge University Press, 2004.
Richard Foltz, “İpek Yolu Dinleri: Antik Çağdan On Beşinci Yüzyıla Karayolu Ticareti ve Kültürel Değişim”, Palgrave Macmillan, 2010.
Kurt Rudolph, “Maniheizm”, Columbia University Press, 2009.
Johannes van Oort, “Gnosis ve Manieizm”, E.J. Brill, 1996.
Jason BeDuhn, “Manieist Beden: Disiplin ve Ritüel İçinde”, The Johns Hopkins University Press, 2000.


Yapay Zeka Çılgınlığı (Türkiye Aktüel, 15.07.2024, 17:34)

Yapay zekanın (YZ) toplum üzerindeki etkisi hiç bu kadar belirgin olmamıştı.
ChatGPT’nin 2022’nin sonlarında bilgisayar masaüstlerinde her yerde bulunan bir özellik haline gelmesinden bu yana, üretken yapay zeka ve büyük dil modeli (LLM) araçlarının hızlı gelişimi ve dağıtımı endüstrileri dönüştürmeye başladı ve modern yaşamın birçok yönüne dokunma potansiyelini gösterdi.
2022, jeneratif yapay zekanın (YZ) kamu bilincinde patladığı yıldı. akabinde 2023 ise iş dünyasında kök salmaya başladığı yıl oldu. Dolayısıyla 2024 yılı, araştırmacılar ve işletmeler teknolojideki bu evrimsel sıçramanın günlük hayatımıza en pratik şekilde nasıl entegre edilebileceğini belirlemeye çalışırken, yapay zeka gelecek için çok önemli bir araç olacak.
2023 itibariyle yapay zeka, görüntü sınıflandırma, görsel muhakeme ve anlama gibi bazı kriterlerde insan performansını geride bırakıyor.
Öyle ki ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Bayram Ersoy “yapay zeka ile soru üretip, değerlendirme” yapacaklarını açıklamıştır. Hal böyle olunca bazı kurnaz kişiler, ÖSYM sınavında kopya çekmek için yapay zekayı kullanarak bir düzenek hazırlamış neyse ki güvenlik güçleri sayesinde yakalanmıştır.

Yapay Zeka Gündelik Hayatta Nerede?
İş sektöründen, alışveriş sektörüne kadar gündelik hayata ilmek ilmek işleyen yapay zeka, günün her bir zerresinde boy göstermektedir. Öyle ki en basit alışveriş durumunda bile beğenilen ürünlerin özelliklerini algoritmasına ekleyerek, sıradaki ürünü kişinin beğeneceği kriterlere göre düzenler.
Sağlık alanında da yapay zekanın rolü yadsınamaz, öyle ki Ulusal Tıp Akademisi tarafından hazırlanan bir rapor göre, sağlık hizmetlerinde yapay zekanın üç potansiyel faydasını belirlenmiştir, bunlar:
·         hem hastalar hem de klinik ekipler için sonuçları iyileştirmek,
·         sağlık hizmeti maliyetlerini düşürmek,
·         nüfus sağlığına fayda sağlamak.
Sağlık alandaki çalışmalar, bazı durumlarda yapay zekanın insanlardan daha doğru bir iş çıkarabileceğini göstermiştir. Örneğin, Yapay Zeka, iç organları etkileyen bir kanser türü olan malign mezotelyomadan kimin kurtulacağını tahmin etmede mevcut patoloji yöntemlerinden daha doğru bir iş çıkarmıştır. Yapay Zeka, kolon poliplerini tanımlamak için kullanılır ve kolonoskopi doğruluğunu artırdığı ve kolorektal kanseri yetenekli endoskopistlerin yapabileceği kadar doğru bir şekilde teşhis ettiği görülmüştür.
Bunun üzerine, bir sosyal medya forumunda yapılan çalışmada, sağlıkla ilgili sorular soran kişilerin çoğu, yapay zekâ destekli bir sohbet robotundan gelen yanıtları doktorlardan gelenlere tercih etmiş ve sohbet robotunun yanıtlarını kalite ve empati açısından daha yüksek olarak değerlendirmiştir.
Yapay zeka her ne kadar işlevli olsa da kurnaz insanlar için daha kolay dolandırıcılık yöntemi oluşturmuştur. Yapay zekayı kullanan kurnazlar, kişilerin fotoğraflarına montajlar yaparak, kişileri dolandırmaya kalkmış ve yapay zekayı/teknolojiyi temiz olmayan emeller için kullananlar peyda olmuştur.
Önümüzdeki yıl dikkat etmemiz gereken bazı önemli güncel yapay zeka trendleri:
·         Gerçeklik kontrolü: daha gerçekçi beklentiler,
·         Çok modlu yapay zeka,
·         Küçük(er) dil modelleri ve açık kaynak geliştirmeleri,
·         GPU eksiklikleri ve bulut maliyetleri,
·         Model optimizasyonu daha erişilebilir hale geliyor,
·         Özelleştirilmiş yerel modeller ve veri işlem hatları,
·         Daha güçlü sanal temsilciler,
·         Düzenleme, telif hakkı ve etik yapay zeka endişeleri,
·         Gölge yapay zeka (ve kurumsal yapay zeka politikaları).


Eğitim ve Teknoloji (Türkiye Aktüel, 17.07.2024, 10:04)

Teknoloji ve eğitim arasındaki ilişki onlarca yıldır ilgi çeken bir konu olmuştur. Teknoloji dikkate değer fırsatlar sunarken, entegrasyonuna düşünceli ve sorumlu bir şekilde yaklaşmak çok önemlidir.

Eğitim ve Teknoloji
Eğitimde teknoloji, modern çağın en önemli dönüşüm araçlarından biri haline gelmiştir. Teknolojinin eğitime entegrasyonu, öğrenme süreçlerini yeniden şekillendirirken, aynı zamanda eşitsizliklerin derinleşme riski ile karşı karşıya kalmaktadır. Teknoloji, eğitimde çeşitli şekillerde önemli bir rol oynamaktadır bu sebeple dijital araçlar ve platformlar, öğrenme materyallerine erişimi kolaylaştırmakta ve interaktif öğrenme deneyimlerini artırmaktadır. Öğrenciler, dünyanın her yerinden bilgiye anında ulaşabilmekte ve bu da öğrenme süreçlerini daha dinamik ve etkili hale getirmektedir. Bu sayede de zaman tasarrufu yapılmakta ve bilgiye daha kolay ulaşım söz konusudur. Ayrıca, öğretmenler için eğitim materyallerinin hazırlanması ve sunulması süreçleri de teknoloji sayesinde daha verimli bir hale gelmektedir.
Uzaktan Eğitim: COVID-19 pandemisi sürecinde uzaktan eğitim, teknoloji sayesinde mümkün hale gelmiş ve eğitimde süreklilik sağlanmıştır. Online dersler, video konferanslar ve dijital eğitim platformları, öğrencilerin eğitimlerini kesintisiz sürdürmelerine olanak tanımıştır.
Kişiselleştirilmiş Öğrenme: Yapay zeka ve veri analitiği, öğrenci performansını izleyerek bireyselleştirilmiş öğrenme planları oluşturulmasını sağlamıştır. Bu sayede her öğrenci kendi hızında ve ihtiyacına uygun şekilde bilgiyi öğrenebilmektedir.
Eğitim Materyalleri: Dijital kitaplar, eğitim uygulamaları ve interaktif simülasyonlar, geleneksel öğrenme materyallerine alternatif olarak kullanmaktadır. Bu materyaller, öğrenmeyi daha eğlenceli ve etkili hale getirmektedir.
Teknolojinin eğitimdeki faydalarına rağmen, bazı zorluklar da bulunmaktadır. Öncelikle, dijital uçurum, yani teknolojik araçlara erişim konusundaki eşitsizlik, eğitimdeki adaletsizlikleri artırmaktadır. Kırsal bölgelerde veya düşük gelirli ailelerde yaşayan öğrenciler, teknolojik araçlara ve internete erişimde zorluk yaşamaktadır. Ayrıca, teknoloji maliyetleri ve altyapı eksiklikleri de önemli sorunlar arasında yer almaktadır.

Eğitim ve Yapay Zeka
Eğitimde teknoloji kullanımı 1920'lerde radyonun ortaya çıkışına kadar uzansa da eğitimde dönüşüm için en büyük potansiyele sahip olan son 40 yılın dijital teknolojisidir. Bu dönemde içerik dağıtımında, öğrenme yönetim sistemlerinde, test yöntemlerinde ve dil öğretiminde bir devrim yaşandı. Artırılmış gerçeklikten kişiselleştirilmiş özel derslere kadar teknoloji, öğrenme deneyimlerimizi yeniden şekillendirdi. Yapay zekadaki son gelişmeler, eğitim teknolojisinin yeteneklerini artırdı, hatta eğitimde insan etkileşiminin rolü hakkında soruları gündeme getirdi. Hatta bu sorular gelecekte bazı meslek gruplarının yok olmasına da olanak sağlar niteliktedir. Nitekim Yapay Zekâ sayesinde insan gücü ve aklını kullanılmasını gerektiren işler azalmış ve onların yerini Yapay Zekâ algoritmaları almıştır. Günümüzde postmodern sanat anlayışına sahip olanların yaptıkları olağandışı ürünler sanat olarak algılanıyor iken, sadece yapay zekayı kullanan ve olağandışına çıkmamak suretiyle yapılan işler yeni bir sanat akımını ortaya çıkarmıştır. Bu farklı bir yazının konusu olacağı için eğitim ve teknoloji kısmına tekrar dönelim.
“Moonshot News” haber sitesinde yayımlanan bir habere göre: öğretmenlerin yaklaşık üçte biri Yapay Zeka’nın (%32) faydası ve zararının eşit olduğunu söylerken, sadece %6'sı zarardan çok fayda sağladığını belirtiyor. Pew Research anketine göre öğretmenlerin %35'i ise emin olmadıklarını belirtiyor. Lise öğretmenlerinin yaklaşık üçte biri (%35) Yapay Zekâ araçlarının yarardan çok zarar getirdiğini söylüyor. Ortaokul öğretmenlerinin yaklaşık dörtte biri (%24) ve ilkokul öğretmenlerinin %19'u da yarardan çok zarar getirdiği kanısında. Nitekim bunu demelerinin altında yatan yegâne şey, öğrencilerin efor sarf etmeden bilgiye daha kolay ulaşabilir olması, öğrencileri rehavete düşürüp, tembelliğe sürüklemelerinden başka bir şey değil. Akabinde akademik camiada işler böyle değil, Stanford Graduate School of Education'da Doçent olan ve Stanford Accelerator for Learning'de AI + Education girişiminin fakülte lideri olan Victor Lee, AI'nın not verme ve ders planlama gibi görevleri otomatikleştirmeye yardımcı olabileceğini, öğretmenlerin onları ilk etapta mesleğe çeken insan işlerini yapmalarını sağladığını söylemiştir. Ayrıca Öğretim için Yapay Zeka Hakkında Sınıfa Hazır Kaynaklar direktörü olan Lee, lise öğrencileri için "Öğrencilere bu teknolojiyi nasıl anlayacaklarını ve eleştirel düşüneceklerini öğretmemiz gerekiyor" diyerek, bilinçli kullanıma dikkat çekmiştir.


Yapay Zeka ve Sanat (Türkiye Aktüel, 19.07.2024, 08:11)

Yapay zekanın (AI) getirdiği teknolojik gelişmeler, yeni bir inovasyon ve yaratıcılık çağını başlattı. Yapay zekanın hızla ilerlemesi, kimilerinin pastoral bir ütopyaya yol açacağını öngördüğü, kimilerinin ise insanlığın sonunu getireceği uyarısında bulunduğu pek çok söylenti yarattı.

Sanat Üretimi:
  • Otonom Sanatçılar: Yapay zeka, resim, müzik, edebiyat ve diğer sanat dallarında eserler üretebilir. Örneğin, AI algoritmaları tarafından oluşturulan tablolar, klasik müzik besteleri veya şiirler mevcut.
  • Araç Olarak Kullanım: Sanatçılar, yapay zekayı yaratıcılık süreçlerinde bir araç olarak kullanabilir. Örneğin, generatif adversarial ağlar (GANs) kullanarak benzersiz sanat eserleri yaratmak mümkün.
Geleneği modernite ile canlandırıp yapay zeka ile taçlandırmak, sürrealizm ve soyut gibi sanat akımlarından ilham alarak gelenek ve moderniteyi iç içe geçiriyor. Yapay zekanın merceğinden, geçmişin ünlü sanatçılarının ikonik tabloları incelenerek yerine yepyeni sanat eserleri ortaya çıkarıyor. Kökleri zengin bir tarihe dayanan sanat eserleri, günümüzün sürekli değişen kültürel ortamında güncel kalabilmek için, modern trendlerle etkileşim kurmak zorunda.
Geçtiğimiz birkaç yıl içinde ChatGPT ve Claude.ai gibi üretken yapay zeka yazma araçları ve Midjourney ve DALL-E gibi görüntü oluşturucuların daha iyi ve daha geniş çapta kullanılabilir hale gelmesiyle, yapay zeka neredeyse bilince ulaşmış durumda.
Harvard Gazete'sinde yayımlanan bir makaleye göre, yapay zeka tarafından üretilen sanatın gerçek sanat olarak kabul edilip edilmeyeceği ve bunun çeşitli sanat alanları üzerindeki etkileri araştırılarak ve farklı sanatçı ve uzmanlarla yapılan görüşmeler değerlendirilerek aşağıda özetlenmiştir:

Daphne Kalotay (Romancı ve kısa öykü yazarı): Yapay zeka insan yazımını taklit edebilir, ancak gerçek içgörü ve kişisel deneyimden yoksundur ve esas olarak tanınabilir stillere sahip ticari türler için bir tehdit oluşturmaktadır. İnsanların yazdığı hikayelerde bulunan özgünlük ve sürpriz, Yapay zeka'nın kopyalaması için zordur. Tanınabilir stillere sahip ticari türler, Yapay zeka tarafından oluşturulan içerikten en çok risk altındadır.

Yosvany Terry (Müzisyen): Yapay Zeka, medya için kompozisyonda kullanılmasına rağmen, müzik performansının duygusal ve anlık yönlerini yeniden üretemez. Yapay Zeka'nın müzik platformlarındaki rolü, daha az bilinen bestecileri önererek bu alanı demokratikleştirebilir. Yapay zeka, canlı müzik performanslarının duygusal ve spontane yönlerini taklit edemez. Kompozisyonda, Yapay zeka film ve TV için müzik oluşturmak için kullanılmıştır, ancak genellikle insan tarafından bestelenen müziğin duygusundan ve sürprizinden yoksundur.

Ruth Lingford (Animatör): Yapay Zeka, özellikle ticari işlerde, bir sanatçının tarzını taklit ederek işbirlikçi olabilir. Bununla birlikte, yapay zekanın dijital hakimiyetine bir tepki olarak animasyonda analog teknikler tercih edilmekte. Yapay zeka, halihazırda bazı animasyon stüdyolarında kullanılıyor ve bir sanatçının tarzını kopyalayarak bir işbirlikçi olarak hareket edebiliyor. Animasyonda analog teknikler için gözle görülür bir tercih var, bu da dijital ve Yapay zeka tarafından üretilen görüntülerin hakimiyetine karşı bir tepki olduğunu gösteriyor. Yapay zeka'nın farklı kaynaklardan gelen görüntüleri birleştirme ve rastgelelik sunma yeteneği, yaratıcı sürecin bazı yönleri olarak görülebilir.

Matt Saunders (Karma medya sanatçısı): Yapay zeka yeni olanaklar ve maddi zeka sunuyor. Mevcut normlara meydan okuyan ve yeni yaratıcı yollar açan hem bir tehdit hem de bir işbirlikçi olarak görülebilir. Yapay zekanın sanatta artan rolünden sosyal ve etik kaygılar ortaya çıkmaktadır.

Moshe Safdie (Mimar ve şehir plancısı): Yapay zeka güçlü analitik yeteneklere sahiptir ancak insan mimarların işlerine kattıkları yaratıcı ve duygusal derinlikten yoksundur. Yapay zeka tasarımların optimize edilmesine yardımcı olabilir ancak insan eliyle yaratılan sanatta bulunan orijinal fikirleri ve duygusal etkiyi bağımsız olarak üretemeyebilir. Sanatta Yapay zeka'nın potansiyeli, yaratıcılığın doğası ve gerçek sanatı tanımlayan manevi ve duygusal unsurlar hakkında soruları gündeme getirmektedir.
Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan bir araştırmaya göre, yapay zekanın yalnızca mevcut işleri artırmakla kalmayacağı, aynı zamanda tamamen yeni alanlarda başka işler de yaratacağı öngörülmektedir. Bu sayede de günümüzde olan bazı meslek gruplarının yok olma tehlikesi olduğu ve insanlar yerine birçok işin yapay zeka tarafından yapılacağı gerçeği yadsınamaz.


Lösev Haftası Nedir (Türkiye Aktüel, 21.07.2024, 18:54)

Lösemi Haftası, lösemili çocuklar ve ailelerine moral vermek, lösemi hakkında farkındalık yaratmak ve daha geniş bir topluma ulaşmak amacıyla her yıl farklı tarihlerde dünya genelinde kutlanan bir etkinliktir. Türkiye'de bu hafta 2-8 Kasım tarihleri arasında gerçekleşmektedir.
Bu haftanın amaçları, katkıları şunlardır:
Lösemili çocukları dünya gündemine taşımak: Lösemi Haftası, bu hastalığa sahip çocukları ve ailelerini kamusal farkındalık açısından öne çıkararak bu sorunun önemini vurgular.
Erken teşhisin önemini vurgulamak: Lösemi tedavisinin başarısı erken teşhise bağlıdır. Bu hafta, erken teşhisin hayati önemini vurgulayarak insanları düzenli sağlık kontrolü yapmaya teşvik eder.
Lösemili çocukları bir araya getirmek: Etkinlikler aracılığıyla dünyanın farklı bölgelerinden lösemili çocukları bir araya getirmek, onlara destek olmak ve moral sağlamak amacıyla önemlidir.
Lösemi tedavisinin maliyetini vurgulamak ve yardım toplamak: Lösemi tedavisi pahalı bir süreç olabilir. Lösemi Haftası, hayırseverlere bu konuda farkındalık yaratır ve yardımlarını teşvik eder.
Maddi ve manevi destek: Sadece maddi yardıma değil, moral, eğlence ve manevi desteği vurgulamak.
Aileler arası destek ve dayanışma: Lösemili çocukların aileleri arasında dayanışmayı arttırmak, deneyimlerini paylaşmalarına yardımcı olur.
Donör bilincini artırmak: İlik nakli bekleyen hastalar için toplumu bilinçlendirerek potansiyel donörleri teşvik etmek önemlidir.
Lösemili çocuklara nasıl yaklaşılacağını öğretmek: İnsanlara, lösemili çocuklarla nasıl empati kurabileceklerini ve onlara nasıl destek olabileceklerini öğretmek önemlidir.
LÖSEV'e bağış türlerini ve yapabilecekleri konusunda bilgi vermek: Bağış yapabilecekleri ve hangi tür yardımlarda bulunabilecekleri hakkında bilgi sağlamak.
Yeni fikirlerin teşvik edilmesi: Lösemi ile mücadelede yeni fikirlerin ortaya çıkmasını teşvik etmek, bu alandaki gelişmeleri hızlandırabilir.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ
 

Miletos'ta Üç Dahi (Türkiye Aktüel, 25.07.2024, 14.27)

Miletos'ta üç dahi astrolojiye, doğaya ve hatta yaşamın başlangıcına ya da yaratılışına büyük ilgi duyuyordu. Ancak her üç filozof da kozmosun farklı maddelerden ortaya çıktığına inanmaktaydı. Thales suyun tüm yaşamın temeli olduğuna, Anaksimandros kozmosun sonsuzluktan doğduğuna, Anaksimenes ise yapı taşının hava olduğuna inanıyordu. İlginçtir ki her üçü de birbirlerine ders vermiş ve farklı bakış açılarını tartışmışlardır. Thales Anaksimandros'un öğretmeni olarak bilinir ve daha sonra Anaksimandros Anaksimenes'i öğrencisi olarak yanına almıştır. Bu öğrencilik-öğretmenlik hikayeleri tam olarak kanıtlanmasa bile, ilmi dostlukları olduğu gerçeği yadsınamaz.
Aralarındaki küçük farklılıklardan yola çıkarak, bilimsel yönümün ilgisini çeken bir şey okudum. Anaksimandros, M.Ö 500'lerde çok temel bir evrim teorisi fikrini ortaya atmış gibi görünüyor! Anaksimandros, insanların farklı türden hayvanlardan gelmiş olması gerektiği fikrini ortaya attı, çünkü bizim yavrularımız uzun süre bakıma ihtiyaç duyarken diğer hayvanların yavruları kendi başlarının çaresine oldukça çabuk bakabiliyordu. Bu düşünce çizgisi, Darwin'den çok önce bir tür evrim kavramını ortaya çıkarmıştır.

Anaksimandros'a Kısa Bir Bakış
Anaksimandros, Antik Çağ'ın önemli düşünürlerinden biri olarak, canlılığın oluşumu hakkında dikkat çekici görüşler öne sürmüştür. Onun yaşamın kökenleri üzerine fikirleri, modern evrim teorileriyle benzerlikler göstermektedir. Anaksimandros'a göre, canlılar ilk olarak denizde, su ve toprağın karışımı içinde gelişmiştir. Bu süreçte balık benzeri yaratıkların içinde insan embriyoları gelişmiş, bu yaratıklar olgunlaştıkça kabuklarından çıkıp karada yaşamaya başlamışlardır.
Anaksimandros'un bu teorisi, insanın uzun süren bebeklik dönemini açıklamaya yönelik bir girişim olarak da görülebilir. İnsan bebekleri, ilk dönemlerde dış dünya koşullarına dayanamayacak kadar zayıf oldukları için, bu balık benzeri yaratıkların içinde korunmuş ve yeterince olgunlaştıklarında dış dünyaya çıkabilmişlerdir.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Evrimsel Süreçlere İlişkin Modern Kavrayışlar (Türkiye Aktüel, 4 Ağu 2024, 14:14)

 
Evrimsel biyolojideki son gelişmeler, evrimi yönlendiren mekanizmalar ve bu süreçlerin biyoçeşitlilik ve türlerin adaptasyonu üzerindeki etkileri hakkında büyüleyici bilgiler ortaya çıkarmıştır. Bu keşifler, Dünya'daki yaşamın nasıl evrimleştiği, uyum sağladığı ve değişen ortamlarla nasıl etkileşime girdiğine dair anlayışımızı yeniden şekillendiriyor.
Evrimde Öngörülebilirlik
Evrimin büyük ölçüde öngörülemez ve rastgele olduğuna dair uzun süredir devam eden inancın aksine, yeni araştırmalar evrim sürecinin daha önce düşünülenden daha öngörülebilir olabileceğini öne sürüyor. Çalışmalar, genler arasındaki etkileşimlerin veya epistasisin evrimsel sonuçların belirlenmesinde önemli bir rol oynadığını göstermiştir. Bu öngörülebilirlik, sentetik genomlar tasarlamak, antibiyotik direnciyle mücadele stratejileri geliştirmek ve iklim değişikliği sorunlarını ele almak için mikroorganizmaları tasarlamak için kullanılabilir.
Mikroevrim ve Makroevrim
Çığır açan bir çalışma, mikroevrimsel süreçlerin makroevrimsel modeller için değerli öngörüler sağlayabileceğini gösterdi. Araştırmacılar, farklı çevresel dalgalanmalara maruz kalan türlerin, çevrelerinin istikrarına bağlı olarak farklı özellik değerleri geliştirdiğini buldu. Bu araştırma, çevresel istikrarın türlerin uyum sağlama yeteneği üzerindeki etkisinin altını çizerek, hızlı iklim değişikliğinin biyoçeşitlilik üzerindeki potansiyel sonuçlarını vurguluyor.
İnsanın Evrimsel Keşifleri
İnsan evrimindeki son bulgular, erken insan türleri ve adaptasyonları hakkındaki anlayışımızı zenginleştirmeye devam ediyor. Çalışmalar, insan özelliklerinin ve davranışlarının kökenleri hakkında önemli bilgiler ortaya koyarak, ilk insanların çevreleriyle nasıl etkileşime girdiğini ve bu etkileşimlerin modern insan fizyolojisi ve kültürünü nasıl şekillendirdiğini göstermektedir. Bu bilgiler, türümüzün evrimsel tarihini yeniden yapılandırmak ve günümüz insan popülasyonlarını etkileyen genetik mirası anlamak için hayati önem taşıyor.
Genetik Mekanizmalar ve Evrim
Genetik mekanizmalar üzerine yapılan araştırmalar, evrimin altında yatan karmaşık süreçlere ışık tutmuştur. Örneğin, genlerin türler arasında nasıl aktarıldığının ve doku rejenerasyonu ve hastalık direncinde rol oynayan moleküler yolların keşfinin önemli etkileri vardır. Bu genetik etkileşimlerin anlaşılması, yaşam formlarının çeşitliliğinin ve türlerin farklı ortamlarda hayatta kalmak ve gelişmek için kullandıkları evrimsel stratejilerin açıklanmasına yardımcı olmaktadır. Bu bulgular aynı zamanda yeni tıbbi tedavilerin ve biyoteknolojik uygulamaların önünü açmaktadır.
Evrimsel biyoloji alanında devam eden araştırmalar, türlerin evrimsel yörüngesini şekillendirmede genetik ve çevresel faktörlerin karmaşıklığını ve birbirine bağlılığını vurgulamaktadır. Bilim insanları bu süreçlerin nüanslarını ortaya çıkarmaya devam ettikçe, evrimsel mekanizmaları tahmin etme, yönetme ve bunlardan yararlanma becerimiz artacak ve biyoçeşitliliğin korunması, tıp bilimi ve çevresel sürdürülebilirlik için derin sonuçlar sunacaktır.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Instagram, LinkedIn



İnsan Beyninin Evrimsel Büyümesini Açıklayan Yeni Teori: Enerji ve Yumurtalık Folikülleri (Türkiye Aktüel, 4 Ağu 2024, 14:22)

Beyin Kapasitesi ve Enerji Harcaması
İnsan beyni, evrimsel süreçte gördüğümüz ve bildiğimiz en pahalı organdır. Günlük enerjinin genellikle 5’te 1’ine yakınını tüketir. Bu yüksek enerji talebi, beynin gelişimine yarar sağlamış olabilir. Ayrıca, ateşin kullanılması da yiyeceklerden daha fazla enerji edilmesini sağlamıştır. Pişmiş besinlerin tüketimiyle sindirim sisteminin küçülmesi de vücut içinde bir enerji tasarrufu sağlamıştır.
Beyin Evrimi ve Diğer Canlılarla Karşılaştırma
İnsanı diğer hayvanlardan ayıran birincil özellik, diğer hayvanlara göre daha büyük olacak şekilde evrimleşmiş beyin kapasitesidir. Beynimizin evrimi olmaksızın bilim, sanat, felsefe gibi daha soyut sebeplerin geliştirilmesi mümkün olamazdı.
İnsan Beyninin Evrimsel Büyümesini Açıklayan Yeni Teori: Enerji ve Yumurtalık Folikülleri
St Andrews Üniversitesi'nde evrimsel biyolog olan Mauricio González-Forero, insan beyninin evrimsel tarihinde muazzam büyümesini açıklamak için yeni bir teori öneriyor. Nature Human Behavior dergisinde yayınlanan makalesinde, beynin büyümesi için gerekli enerjinin, yumurtalık foliküllerini korumak için kullanılan enerjinin serbest bırakılmasıyla sağlandığını öne sürüyor.
Yıllar boyunca, insan beyninin büyümesini açıklamak için birçok teori öne sürülmüştü. Bu teorilerin çoğu, insanların sosyal toplayıcılar olmak için ağaçlardan inmesi etrafında şekillenmişti. Daha yakın zamanlarda ise bazı araştırmacılar, insanların fermente bir diyete geçmesiyle bağırsaklarının küçülmesi ve böylece enerjinin beyine yönlendirilmesi sonucunda beynin büyüdüğünü öne sürmüştü.
González-Forero, daha önce, vücuttaki değişikliklerin enerji kaynaklarını serbest bıraktığını ve bunun vücudun enerji dağılımını değiştirdiğini öne süren başka teoriler de geliştirmişti. Ancak bu yeni çalışmasında, gözden kaçan bir değişikliğin yumurtalıklar olabileceğini savunuyor.
Çalışmasına, beyin büyümesini açıklamaya çalışan teorilerin çoğunun kesin sayılarla desteklenmediğini belirterek başlayan González-Forero, matematiksel araçlar kullanarak, bu teorileri seçime dayalı evrimsel adaptasyon teorilerinden ayırmaya çalıştı. Bu da onu insan yumurtalık foliküllerine götürdü.
Yumurtalık folikülleri, yumurtalıkların içinde bulunan ve adet döngüsünü kontrol eden hormonları salgılayan hücre kümeleridir. Ergenliğe ulaştığında, çoğu kızın 200.000 ila 300.000 folikülü vardır ve her biri bir yumurta hücresi salma potansiyeline sahiptir.
González-Forero, insanların evrimleştikçe, bu folikülleri korumak için gereken enerjinin azaldığını belirtti. İnsanlar hala büyük miktarlarda enerji aldıkları için, bu enerji beyin gibi diğer vücut parçaları tarafından kullanılabilir hale geldi. González-Forero, yaptığı matematiksel hesaplamalar sonucunda, folikül bakımından serbest kalan enerji miktarının, insan beyninin şu anki boyutuna ulaşması için gereken enerji artışı miktarına kabaca eşit olduğunu buldu. Ona göre beyin her zaman büyümeye hazırdı; sadece enerji eksikliği tarafından geri tutuluyordu.
Bu teori, insan beyninin evrimsel büyümesi hakkında yeni ve ilginç bir bakış açısı sunuyor ve enerji kullanımının evrimsel adaptasyonlarda ne kadar önemli bir rol oynayabileceğini gösteriyor.

Antik Dünyada Cinsellik ve Toplumsal Cinsiyet: Arkeolojik Bulgular (Türkiye Aktüel, 4 Ağu 2024, 15:06)

Giriş
Cinsiyet ve cinsellik arkeolojisi, arkeoloji alanında cinsiyetin ve cinselliğin merkezi konular olarak ortaya çıktığı bir dönemi yansıtır. Bu yaklaşım, feminist eleştirinin 1980'lerde arkeolojiye yönelik cinsiyet kavramları ve terminolojisinin sorgulanmasına başlamasıyla başladı. Son on yılda ise daha çeşitli cinsiyet arkeolojileri ile devam etti. Bu arkeolojik çalışmalar, cinsiyetin yanı sıra yaş, sınıf, cinsellik ve etnisite gibi diğer sosyal kimlik yönleriyle de kesişmektedir. Aynı zamanda, cinsiyetin biyolojik tanımı da daha eleştirel bir şekilde ele alınmıştır. Bioarkeoloji ve gömü arkeolojisi alanları, antik insan kalıntılarında cinsiyetin daha kesin tanımlanmasına odaklanmıştır. İnsan evrimi çalışmaları ise cinsiyetli davranışların kökenlerinde cinsel seçimin rolünü incelemiştir. Bu araştırmalar, günümüzle ilişkilendirildiğinde politik sonuçları olan konulardır.
Toplumsal Cinsiyet Arkeolojisi: Tarihsel ve Kültürel Bakış Açısı
Antikacılar, 18. yüzyıla kadar cinselliğin maddi yönlerine ilgi gösterdiler, ancak bu ilgi genellikle fetişleştirme, erotik veya pornografik işlev görebilen nesnelere, görüntülere ve alanlara odaklanmakla sınırlıydı. Pompei ve Herculaneum'daki (İtalya) buluntular - mozaikler, freskler, vazolar, heykeller ve bronz eserler - zevk, üreme, güç ve cinsel ilişkilere yönelik kültürel yaklaşımları farklı biçimlerde yansıtıyordu. Ancak, 19. yüzyılda dini ahlakçılığın maddi kültürü sarsması ve bu tür buluntuları şok edici olarak görmesiyle birlikte, cinsel içerikli tasvirler de benzer şok edici tepkiler topladı. Peru'dan (Chimu, Moche ve Recuay kültürleri) gelen cinsel içerikli çömlekler de bu tepkileri topladı. "Erotizm" terimi, daha sonra gizli alanlarda veya sınırlı erişimle konuşulan bir konu haline geldi. Cinsellik etrafındaki sessizlikler, evrenselleştirici bir heteronormativitenin - cinselliği zorunlu üremeye ve heteroseksüel ilişkilerle sınırlayan bir bakış açısının - arkeologların 20. yüzyılın büyük bir kısmında geçmiş kültürlerin yeniden inşasını dolaylı olarak bilgilendirdiği anlamına geliyordu. Bu deterministik, ikili ve yanıltıcı çerçeveye karşı koymak için, feminist teorilerden yararlanan ve uyarlayan arkeologlar, 21. yüzyılın başında daha düşünceli açıklamalar geliştirdiler. Bu konuşmalar, queer teori ile etkileşim ve kesişimselliğe dikkat etme ile zenginleşti. Cinsellik arkeologları, cinselliğin cinsiyet ve toplumsal cinsiyetle ilişkili olduğunu ancak birbirinin yerine geçemeyeceğini vurguluyorlar. Homoseksüellik ve heteroseksüellik arasındaki taksonomik ayrım, 19. yüzyılın sonlarında konsolide edildi. Michel Foucault, Jonathan Katz ve David Halperin gibi yazarlar, mediko-bilimsel alanların bu ayrımları damgayıp, aile ve işgücü, anatomik farklılıklar ve psikolojik yapılar hakkındaki evrensel ve kutsal Gerçekler çerçevesinde ele aldığını belirtmişlerdir. Bu noktada, daha uzak geçmişi inceleyen arkeologlar için, insan doğasının anlaşılmasının tarihsel bir süreci olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Kültür-tarihsel bağlamı dikkate alarak, cinsellik arkeolojileri anatomi ve eylemlerin cinsel kimlikleri belirlemediğini, ancak zamanla kalıplı davranışların bu kimliklere katılaşabileceğini göstermektedir. Üreme kaygıları uzun zamandır araştırılırken, cinsellik arkeolojileri artık emek ve ticaretin yanı sıra arzu ve bekarlığı da ele alıyor. Ayrıca, geçmiş kültürlerde cinsel şiddet ve çağdaş arkeolojik uygulamalar da ilgi alanları arasında yer alıyor. Cinselliğin arkeolojik çalışması, insan olmanın farklı yolları hakkında değerli dersler sunarken, geçmiş kültürlerin daha bütünsel ve bağlamsal bir anlayışını sağlar. Cinsellik arkeolojisi, tarih öncesi ve tarihi dönemlerde cinsel davranışlar, normlar ve semboller hakkında bilgi edinmeye yönelik bir disiplindir. Bu alan, arkeolojik buluntuları analiz ederek, geçmiş toplumların cinsellik ve cinsiyet rollerini anlamaya çalışır.
Venüs Heykelleri:
Paleolitik döneme ait Venüs heykelleri, cinselliğin ve doğurganlığın sembolü olarak kabul edilir. Bu heykeller, genellikle aşırı vurgulanmış cinsel özellikler içerir ve cinsel ritüeller veya doğurganlık inançları hakkında bilgi verebilir. Örneğin, Venüs of Willendorf ve Venüs of Lespugue heykelleri bu kategoriye girer.
Mağara Resimleri:
Bazı mağara resimleri, cinsel temalı sahneler içerebilir. Örneğin, İspanya’daki Altamira Mağarası ve Fransa’daki Lascaux Mağarası gibi yerlerde, cinsel temaları içeren veya cinsellikle ilişkilendirilen figürler bulunmuştur.
Cinsel Objeler ve Aletler:
Erken dönem insanlarının günlük yaşamlarında kullanılan bazı nesneler, cinsel işlevler için tasarlanmış olabilir. Örneğin, Fertility Figurines (Doğurganlık Figürinleri) olarak bilinen taş veya seramik objeler, cinsel semboller olarak kullanılmış olabilir.
Gömü Eşyaları:
Mezarlarda bulunan bazı eşyalar, cinsel semboller içerebilir. Örneğin, Mısır ve Mezopotamya mezarlarında bulunan cinsel temalı objeler, dönemin cinsel ve toplumsal ritüelleri hakkında bilgi sağlar.
1. Eski Çağ'da Fahişelik ve Cinsellik:
Gılgamış Destanı: Bu destanda, cinselliğin toplumsal yapı üzerindeki rolü vurgulanır. Enkidu'nun bir fahişe ile ilişkisi, toplumun ona duyduğu tepkileri ve bu ilişkinin karakter gelişimi üzerindeki etkilerini gösterir.
Sümer Metinleri: Tanrıça İnanna'nın "Göğün Fâhişesi" olarak anılması, Sümer toplumlarındaki cinsellik ve dini ritüellerin nasıl iç içe geçtiğini gösterir. İnanna'nın tapınak fâhişeliği, dini ve toplumsal düzenle ilişkili bir uygulamadır.
Babil Gelenekleri: Her kadının bir defa, Aphrodite tapınağında bir yabancıyla cinsel ilişkiye girmesi gerektiği belirtilir. Bu uygulama, Herodotos'un kaydettiği Babil geleneklerinden biridir ve toplumun cinselliği nasıl dini ve kültürel bir zorunluluk olarak gördüğünü gösterir.
2. Toplumsal Cinsiyet Arkeolojisi:
Tanım ve Yaklaşım: Toplumsal cinsiyet arkeolojisi, geçmiş toplumların sosyal, kültürel, ekonomik ve ideolojik yapılarının zaman içindeki değişimini anlamak için geliştirilmiş bir kuramsal yaklaşımdır. Bu alan, arkeologlara toplumsal cinsiyet rollerini ve ilişkilerini anlamak için çeşitli arkeolojik veriler ve materyal kültür öğeleri sunar.
Araştırma Yöntemleri: Toplumsal cinsiyet arkeolojisi, kazı bulguları, mezar yapıları, sanat eserleri ve diğer arkeolojik materyaller üzerinden toplumsal cinsiyet rollerini ve ilişkilerini inceler. Bu veriler, toplumun cinsiyet anlayışını ve cinselliği nasıl organize ettiğini ortaya koyar.
3. Örnekler ve Bulgular:
Antik Yunan: Aphrodite tapınaklarında görevli olan hieroduli, kutsal köleler olarak bilinir. Bu figürler, dini ritüeller ve toplumsal yapıdaki yerleriyle ilgili önemli bilgiler sunar.
Lydia Kralı Alyattes: Alyattes'in tümülüsünün inşasında fâhişelerin önemli bir rol oynadığı belirtilir. Bu durum, cinselliğin ve fahişeliğin antik toplumlardaki sosyal ve ekonomik yapı üzerindeki etkilerini yansıtır.
Arkeolojik Veriler: Çeşitli arkeolojik buluntular, toplumların cinsiyet rollerini ve sosyal yapılarını anlamak için kritik bilgiler sunar. Mezarlardaki cinsiyet ayrımları, sanat eserlerinde cinsellik temaları ve tapınak ritüelleri, toplumsal cinsiyet anlayışlarını ve ilişkilerini yansıtır.

Shakespeare'in Dönemindeki Tiyatro Sahnesi (Türkiye Aktüel,  7 Ağu 2024, 00:04) 

Shakespeare'in yazdığı dönemde tiyatro, çeşitli sosyal ve kültürel değişimlerle karşı karşıyaydı. Tiyatroya karşı tutumlar, oyun yazarlarının senaryolarının üretimi, Kara Veba'nın etkisi ve oyunculara yapılan muameleler, dönemin tiyatro sahnesini şekillendiren unsurlar arasındaydı.
Tiyatroya Karşı Değişen Tutumlar
16. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, insanlar "dramayı" "tiyatrolarda" gerçekleşen bir etkinlik olarak düşünmeye başlamışlardı. O zamandan önce, "drama" çeşitli yerlerde sahneleniyordu ve sadece para ödeyenler için değil, herkes için bir eğlenceydi. Oyuncular, seyahat ederek pazarlarda, hanlarda, otlaklarda ve çiftliklerde performans sergilerlerdi. Ancak, 16. yüzyılın sonlarına doğru bu durum değişmeye başladı ve tiyatro, belirli mekanlarda, yani tiyatro salonlarında gerçekleştirilen bir etkinlik haline geldi.
Oyunevleri ve Tiyatro Hayatı
Shakespeare'in zamanındaki Londra'da tiyatro hayatı oldukça renkli ve kaotikti. İsyankâr kalabalıklar, bağırış çağırış, küfür ve Kara Veba gibi unsurlar tiyatro hayatının bir parçasıydı. Londra'nın tiyatro salonlarındaki seyirciler, karanlık salonlarda sessizce oturan izleyicilerden ziyade, günümüzün rock konserlerindeki kalabalıklara benziyordu. Thames Nehri'nin güney kıyısındaki tiyatroların kötü bir üne sahip olması da bu yüzden şaşırtıcı değildi. Bu dönemde tiyatro, özellikle komedi, festival zamanlarıyla ilişkilendiriliyordu ve büyük ilgi görüyordu. Ancak, 1642 yılında tiyatrolar tamamen kapatıldı.
Kara Veba'nın Tiyatro Üzerindeki Etkisi
Kara Veba, Shakespeare'in döneminde tiyatro üzerinde büyük bir etkiye sahipti. Salgınlar sırasında tiyatrolar kapatılır ve bu, oyuncuların ve yazarların geçim kaynaklarını doğrudan etkilerdi. İnsanlar, hastalık bulaşma korkusuyla kalabalık alanlardan kaçınırdı ve bu da tiyatroların uzun süreler boyunca kapalı kalmasına neden oluyordu.
Oyunculara Yapılan Muamele
Shakespeare'in Londra'da yaşadığı dönemde, oyunlarının hamileri arasında önemli isimler bulunmaktaydı. Ferdinando Stanley, Lord Strange, 5. Derby Kontu; oyuncular Strange'in Adamları olarak biliniyordu. İki Lord Hunsdon; oyuncular Chamberlain'in Adamları olarak biliniyordu. Kral I. James; oyuncular Kralın Adamları olarak biliniyordu. Bu himaye ilişkileri, oyuncuların statüsünü yükseltmiş ve onların toplumda daha saygın bir yer edinmelerine yardımcı olmuştur.
Shakespeare'in dönemindeki tiyatro sahnesi, dramatik değişimlerin ve zorlukların yaşandığı, fakat aynı zamanda büyük yaratıcı ve sanatsal başarıların elde edildiği bir dönemdi. Tiyatroya karşı tutumlar, oyun yazarlarının ve oyuncuların karşılaştıkları zorluklar ve toplumsal değişimler, bu dönemin tiyatro sahnesinin dinamik ve etkileyici bir yapıya sahip olmasını sağladı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun XVIII. Yüzyıldaki İç ve Dış Mücadeleleri (Türkiye Aktüel, 7 Ağu 2024, 00:20)

II. Mustafa, Zenta'da aldığı mağlubiyetin ardından zamanını Edirne'de geçirmeye başlamış ve devletin idaresini, şehzâdeliğinden beri yanında bulunan ve köklü bir ulemâ ailesine mensup olan Köprülü Amcazade Hacı Hüseyin Paşa'ya bırakmıştır. Köprülü ailesinden Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'nın vefatından sonra yerine gelen halefleri, onun nüfuzunu kırmak için çeşitli çabalar sarf etmişlerdir. Bu çabalar ve İstanbul halkının genel olarak yönetimden hoşnut olmaması gibi sebeplerle ortaya çıkan ve Edirne Vakası olarak adlandırılan isyan sonucunda 1703'te tahta II. Mustafa'nın kardeşi III. Ahmet geçmiştir. Onun dönemindeki en önemli olaylardan biri, Rus Çarı Petro'nun İsveç Kralı Demirbaş Karl ile giriştiği savaşta, rakibini Osmanlı topraklarına sığınmak zorunda bıraktığı Prut Savaşı'dır. Savaş yapılmadan kazanılan başarı, Rusları Karlofça'dan sonra imzalanan antlaşmayla elde ettikleri Azak'tan çekilmek mecburiyetinde bıraktı. Bu savaş öncesinde Boğdan'a yönetici olarak atanan Dimitri Kandemiroğlu, bir Osmanlı tarihi kaleme almıştır. Mücadeleler sırasındaki hıyaneti dolayısıyla Eflak ve Boğdan'a voyvodalık mensup kişiler merkezden atanmaya başlamıştır.
XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Ruslar, Osmanlılar ve Safevîler arasında Kafkasya üzerinde başlayan mücadelelerde, Osmanlılar İran'daki iç karışıklıklardan yararlanmak isteyen Rusya tehdidini bertaraf etmek için Kafkasya ve Azerbaycan'ı ele geçirirken, Rusya da Bakü'ye girmiştir. Osmanlılar bundan sonra Urumiyye ve uzun yıllar Safevîlere başkentlik yapan Tebriz'i almışlardır. Bundan sonra Bağdat'tan harekete geçen Osmanlı ordusu, Hamedan ve Luristan'ın başkenti durumundaki Hürremabad'ı da fethetmiştir. Yeni hedef, özellikle Selçuklular devrinde altın çağını yaşayan İsfahan'dı. Bu sırada İran'da hâkim olan Kerim Han, Osmanlıların toprak kazanımlarını kabul eden bir antlaşma imzalamıştır. Ancak Şah Tahmasb, önce Fetih Ali Han, daha sonra da Afşarların lideri Nadirşah'ın yardımıyla duruma yeniden hâkim olmuştur. Destek ve başarılarından dolayı vezirliğe gelen Nadirşah, Osmanlıları İran topraklarından atmayı başardığı gibi Safevîler yerine Afşar Hanedanı'nı kurmuştur. İran'ın yeni lideri, Şiiler için oldukça önemli bir bölge olan Gence'yi ilk hedef olarak belirlemiştir. Ancak burada başarılı olamayan Şah, 1735 yılında Arpaçay'da Osmanlı başkumandanlarının şehit düştüğü önemli bir zafer kazanmıştır. Bu zaferle Kafkasya'daki önemli şehirler, yeniden Nadir Han'ın eline geçmiştir. Yeni İran şahı seçiminden sonra İran'ın resmî mezhebi Caferilik olmuştur. Bu mezhebin ehl-i sünnet mezhepleri arasında sayılmasıyla ilgili talep, İslam Birliği'nin tesisi için İran Şahı tarafından ısrarla Osmanlılara iletilmişse de, Osmanlıların bunu kabul etmeme sebeplerine dair detaylı bir çalışma yapılmamıştır.
Kırım Hanlığı'nın Rusya üzerine yaptığı seferlerin yanı sıra Lehistan krallık seçimi de Osmanlılar ve Rusya arasındaki anlaşmazlık noktalarından biri teşkil etmiştir. III. Augustus'u kral seçtirmek isteyen Rusya, XVIII. yüzyıl boyunca Avusturya ile siyasi ve bazen de askerî ortaklıklar kurmaya başlamıştır. Osmanlılar ise Fransa'nın adayını desteklemiştir. Bu durum nedeniyle Fransa ile Avusturya arasında çıkan savaşta Fransızlar Moldova ve Lambordiya'yı ele geçirmiştir. Habsburglar, Ruslarla beraber 1736-39 yılları arasında doğu seferleriyle meşgul olan Osmanlıları sıkıştırmak istemişlerse de Osmanlı Devleti, üç cepheli savaşlardan kârlı ayrılmıştır. Yeğen Mehmet Paşa, Avusturya ordusunu 1739'da mağlup ederek Belgrad'ı yeniden serhad şehri haline getirmiştir. Yapılan antlaşmanın 27 yıl geçerli olacağına dair madde oldukça önemlidir. Bu sürenin bitmesinin ardından Osmanlı Devleti için felaketlerin başlangıcı özellikle Rusya üzerinden gelecektir.
1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması'ndan on sene geçmeden, II. Katerina Kırım'ın ilhak edildiğini duyurmuştur. Rus General Potemkin'in, Kırım ve Kafkasya'daki faaliyetleri Babıali beylerini Osmanlılarla iyice yakınlaştırmıştır. Rusların Babadağı'nı işgal ettikleri dönemlerde yurtsuz kalan Kafkas, önemli bir problem olmuştur. Başta Çeçenler olmak üzere bölgedeki Müslümanları Rus tehlikesine karşı birleştiren Silahdar Mehmet Paşa, Katerina tarafından gönderilen Rus ordularını üst üste mağlup etmiştir. Osmanlıların İmam Mansur'a verdiği desteğin çok daha fazlasını Katerina, 2. Iraklı'ya vermiş ve yapılan antlaşmayla Tiflis'e de hâkim olmuştur. Katerina döneminde geliştirilen Grek Projesi'ni hayata geçirebilmek için 1. Franz Joseph ve oğlu 1. Pavel tarafından yönetilen Avusturya ile son kez ittifak kurmuştur. Osmanlılar, iki devletin planlarından haberdar olup, Kırım'ın ilhakına karşı da Ruslara karşı bir rövanş isteği olduğunu düşünerek, Sadrazam Koca Yusuf Paşa, Rusya'ya savaş ilan edilmesine ön ayak olmuştur. Vezir Ali Paşa ve Hasan Paşa, Kırım üzerine gönderilirken, sadrazam bizzat Avusturya üzerine yürümüştür. XVIII. yüzyılın nihayetinde iki ezeli düşmanla biri Osmanlılar lehine, diğeri ise aleyhine olan iki antlaşma yapılmıştır. Avusturya cephesindeki başarılar sonunda Ziştovi, Ruslara karşı alınan yenilgiler sonunda ise Ruslarla Yaş antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaların yapılmasında Milliyetçilik akımının da çok büyük etkisi olmuştur.

Ya


Bilim Tarihinde Yazılmış En Kısa Makaleler! (Türkiye Aktüel 07.08.2024, 10:53)

Bilimsel makaleler genellikle uzun ve detaylıdır, ancak bazen çok az kelimeyle büyük bir etki yaratmak mümkündür. Bilimsel iletişim genellikle yoğun ve karmaşık olsa da kısalığın önemli fikir ve bulguları etkili bir şekilde aktarabileceğini ve bazen akademik camiada kalıcı etki yaratabileceğini göstermektedir.
1.    Einstein'ın E=mc² Formülü
  • Makale: "Ist die Trägheit eines Körpers von seinem Energieinhalt abhängig?" ("Bir cismin eylemsizliği enerji içeriğine bağlı mıdır?")
  • Yazar: Albert Einstein
  • Yıl: 1905
  • Kaynak: Annalen der Physik
  • Özet: Einstein'ın 3 sayfalık bu makalesi, ünlü E=mc² formülünü tanıttı ve enerji ile kütle arasındaki ilişkiyi açıkladı. Modern fizik ve nükleer enerjinin temellerinden biri olarak kabul edilir.
2.    Watson ve Crick'in DNA Yapısı
  • Makale: "Molecular Structure of Nucleic Acids: A Structure for Deoxyribose Nucleic Acid"
  • Yazarlar: James D. Watson ve Francis H. C. Crick
  • Yıl: 1953
  • Kaynak: Nature
  • Özet: Watson ve Crick'in DNA'nın çift sarmal yapısını tanıttıkları bu makale sadece 1 sayfadır ve biyolojide devrim yaratmıştır.
3.    Pauli'nin Dışlama Prensibi
  • Makale: "Über den Zusammenhang des Abschlusses der Elektronengruppen im Atom mit der Komplexstruktur der Spektren" ("Atomdaki elektron gruplarının kapanışı ile spektrumların kompleks yapısı arasındaki ilişki üzerine")
  • Yazar: Wolfgang Pauli
  • Yıl: 1925
  • Kaynak: Zeitschrift für Physik
  • Özet: Pauli, 2 sayfalık bu makalesinde dışlama prensibini tanıttı, bu prensip elektronların aynı kuantum durumunda bulunamayacağını belirtir ve atom fiziğinin temellerinden biridir.
4.    Fermi'nin Beta Çürümesi Teorisi
  • Makale: "Tentativo di una teoria dei raggi β" ("Beta ışınları teorisi denemesi")
  • Yazar: Enrico Fermi
  • Yıl: 1933
  • Kaynak: Il Nuovo Cimento
  • Özet: Fermi'nin beta çürümesi teorisi hakkında yazdığı 4 sayfalık bu makale, zayıf etkileşimlerin anlaşılmasına önemli katkılar sağlamıştır.
5.    Dirac'ın Antimadde Tahmini
  • Makale: "The Quantum Theory of the Electron"
  • Yazar: Paul Dirac
  • Yıl: 1928
  • Kaynak: Proceedings of the Royal Society A
  • Özet: Dirac, elektronların kuantum teorisi üzerine 3 sayfalık bu makalesinde antimaddenin varlığını öngörmüştür, bu keşif parçacık fiziğinde devrim yaratmıştır.
6.     Lander ve Parkin'in İki Cümlelik Makalesi (1966): Bulletin of the American Mathematical Society'de yayınlanan bu makale, Euler'in kuvvetler toplamı varsayımını sadece iki cümleyle çürütmüştür. Matematiksel yayınlarda nadir görülen bir başarı olan karşı örneği kısa ve öz bir şekilde sunarak hem sonucun önemini hem de yazarların ifadelerinin netliğini ortaya koymuştur.
7.     Conway ve Soifer'in İki Kelimelik Makalesi (2005): En kısa matematik makalesini yazma girişiminde bulunan John Conway ve Alexander Soifer, The American Mathematical Monthly'de sadece iki kelime ve iki şekil içeren bir makale yayınladı. Bu minimalist yaklaşım, geleneksel akademik yazım normlarına meydan okudu ve matematiksel ispatın zarafetinin altını çizdi.
8.     Dennis Upper'in Sıfır Kelime Makalesi (1974): Journal of Applied Behavior Analysis dergisinde yayınlanan "Bir 'yazar tıkanıklığı' vakasının başarısız kendi kendine tedavisi" başlıklı bu makale, başlık ve yazar bilgileri dışında hiçbir kelime içermiyordu. Yazar tıkanıklığı ile mücadeleyi mizahi bir şekilde vurgulayan makale, benzersiz ve ilişkilendirilebilir yaklaşımıyla övgü almıştır.
9.     Ian Tattersall'ın İki Kelimelik Başyazısı (2013): Evolutionary Anthropology dergisinde Ian Tattersall uzun bir akademik tartışmayı "Yeter artık" başlıklı kısa ve öz bir başyazı ile sonlandırdı. Bu kısa başyazı, yaşadığı hayal kırıklığını ve uzun bir akademik tartışmanın doruk noktasını özetliyor ve akademik söylemde kısalığın gücünü vurgulamakta.
10. Nature Chemistry'nin Sıfır Kelime Makalesi (2014): Resmi olarak yayınlanmamış olmasına rağmen, Nature Chemistry'nin blogunda sıfır kelimelik bir makale öne çıkarıldı. Başlık ve yazar bilgileri dışında hiçbir içerik içermeyen bu makale, bilimsel yayının zorluklarını ve akademik yazımdaki bazen bunaltıcı olan laf kalabalığını mizahi bir dille yorumlamakta.
Anadolu Medeniyetler Müzesi (Türkiye Aktüel 12.08.2024, 11:44)
Anadolu Medeniyetleri Müzesi, tarih öncesi dönemlerden başlayarak Anadolu'nun zengin kültürel mirasını gözler önüne seren büyüleyici bir koleksiyona ev sahipliği yapar. Bu müze, ziyaretçilerine insanlık tarihinin binlerce yıl öncesine dayanan izlerini sunar. Sergilenen eserler, taş devrinden başlayarak medeniyetin nasıl geliştiğini ve zamanla nasıl evrildiğini anlatır.


Anadolu Medeniyetleri Müzesi  Türkiye Aktüel 12 Ağu 2024, 11:44
Türkiye’nin başkenti Ankara’da yer alan ve Anadolu’nun zengin kültürel mirasını gözler önüne seren önemli bir müzedir. 1921 yılında kurulan bu müze, Paleolitik Çağ’dan başlayarak Roma dönemine kadar uzanan geniş bir tarihsel süreci kapsayan eserleri sergiler. Eski bir Osmanlı pazarı olan Mahmutpaşa Bedesteni’nde ve Kurşunlu Han’da yer alan müze, tarihin farklı dönemlerine ait çok değerli arkeolojik buluntuları barındırır.
Müzenin koleksiyonları arasında, Neolitik Çağ’ın en önemli yerleşim yerlerinden biri olan Çatalhöyük’ten gelen eserler, Hatti, Hitit, Frig, Urartu ve Roma dönemlerine ait birçok önemli obje bulunmaktadır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi, sadece arkeolojik bir sergi alanı olmanın ötesinde, Anadolu’nun zengin ve çeşitlilik gösteren kültürel dokusunu anlamak için bir kapı aralar. Bu müze, hem tarih meraklıları hem de arkeolojiye ilgi duyanlar için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir mekandır.
Paleolitik Çağ (MÖ 8000 yılına kadar):
Bu dönemde insanlar avcı-toplayıcı olarak yaşamlarını sürdürdüler ve taş ile kemikten yaptıkları aletlerle hayatta kalmaya çalıştılar. Müzede, Antalya Karain Mağarası'nda bulunan Paleolitik Çağ'a ait buluntular sergilenir. Taş aletler, bu dönemin farklı evrelerini temsil eden üç kategoriye ayrılmıştır: Alt Paleolitik Çağ, Orta Paleolitik Çağ ve Üst Paleolitik Çağ.
Neolitik Çağ (MÖ 8000-5500):
İlk köylerin kurulduğu ve tarımın başladığı bu çağ, Anadolu'nun medeniyet tarihinde önemli bir dönemi işaret eder. Çatalhöyük ve Hacılar gibi Neolitik dönemin önemli yerleşimlerinden elde edilen eserler, bu bölümde sergilenir. Anne Tanrıça heykelleri, duvar resimleri, kil figürinler ve tarım aletleri bu dönemin kültürel zenginliğini ortaya koyar. Özellikle, MÖ 7. binyıla ait bir av sahnesi, Çatalhöyük odasının reprodüksiyonu ve Kybele heykeli gibi eserler ziyaretçilerin ilgisini çeker.
Kalkolitik Çağ (MÖ 5500-3000):
Bu dönemde bakır işlenmeye başlanmış ve günlük yaşamda kullanılmaya başlamıştır. Hacılar, Canhasan ve Alacahöyük gibi yerleşimlerden elde edilen taş ve metal aletler, tanrıça figürinleri, mühürler ve takılar, bu çağın sanatsal ve teknolojik gelişimini sergiler.
Tunç Çağı (MÖ 3000-1950):
Anadolu'da bakır ile kalay birleştirilerek bronz elde edilmiş ve metal işçiliği gelişmiştir. Alacahöyük'teki kraliyet mezarlarından çıkarılan değerli metal eserler, bu çağın zenginliğini ve sanatsal becerisini gözler önüne serer. Güneş diskleri, geyik şeklinde heykelcikler ve altın takılar gibi eserler, bu döneme dair önemli ipuçları sunar.
Asur Ticaret Kolonileri (MÖ 1950-1750):
Anadolu'da yazının ilk kez ortaya çıktığı bu dönemde, Asurlularla yapılan geniş çaplı ticaret faaliyetleri müzenin bu bölümünde sergilenir. Kültepe'de bulunan Asur çivi yazılı kil tabletler, bu dönemin ticari, ekonomik ve hukuki yapısını aydınlatır. Bu bölümde ayrıca dini törenlerde kullanılan ritüel kaplar, kült objeleri ve mühürler de yer alır.
Hitit Dönemi (MÖ 1750-1200):
Hititlerin siyasi birliğini kurduğu bu dönemde, Boğazköy'deki Kral Kapısı'ndan alınan Savaş Tanrısı kabartması, bu dönemin en önemli eserlerinden biridir. Ayrıca, Hitit krallığının güçlü tanrıları ve bronz heykelleri de bu bölümde ziyaretçilerin beğenisine sunulur.
Frigya Dönemi (MÖ 1200-700):
Balkanlar'dan gelen Frigyalılar, Orta Anadolu'ya hakim olmuş ve Gordion'u başkent yapmışlardır. Kral Midas'ın mezarını temsil eden yeniden inşa edilmiş mezar odası, bu dönemin en çarpıcı sergilerinden biridir. Hayvan tasvirleri, ritüel kaplar ve Kybele heykeli bu bölümde dikkat çeken diğer eserler arasındadır.
Geç Hitit Dönemi (MÖ 1200-700):
Hitit İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından, bazı Hititler güney ve güneydoğu Anadolu'ya yerleşerek yeni devletler kurmuşlardır. Bu döneme ait kabartmalar ve heykeller, savaş teması etrafında yoğunlaşır ve güçlü hayvan figürleri ile tanrı tasvirleri öne çıkar.
Urartu Dönemi (MÖ 1200-600):
Doğu Anadolu'da yaşayan Urartular, mimarlık ve madencilikte yeni gelişmeler kaydetmişlerdir. Altıntepe ve Van gibi yerleşimlerden elde edilen eserler, Urartu'nun zengin kültürel mirasını sergiler.
Lidya Dönemi (MÖ 1200-546):
Lidyalılar, özellikle Gyges ve Croesus dönemlerinde büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bu döneme ait eserler, özellikle 6. yüzyıl Lidya sanatının gelişimini gösterir.
Klasik Dönem ve Ankara:
Yunan, Helenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait heykeller, takılar, kaplar ve sikkeler bu bölümde sergilenir. Ayrıca, Ankara çevresinde son dönemde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan eserler de bu koleksiyonun bir parçasıdır.


Sınıf Yönetimi: Temel İlkeler ve Modern Yaklaşımlar (Türkiye Aktüel 13 Ağu 2024, 22:38)


Eğitim süreci, sadece bilginin aktarımından ibaret olmayan, çok yönlü bir etkileşim sürecidir. Bu süreçte en önemli rol, sınıf yönetimi olarak bilinen ve öğretmenin öğrencilerle kurduğu ilişkinin yanı sıra, sınıfın fiziksel ve psikolojik ortamını düzenlemeyi de içeren bir dizi strateji ile tanımlanır. Etkili bir sınıf yönetimi, öğrencilerin akademik başarısını doğrudan etkileyen ve öğrenme sürecini olumlu yönde şekillendiren bir unsurdur.
Sınıf Yönetiminin Temel İlkeleri
Sınıf yönetimi, öğretmenin, öğrencilerin öğrenme süreçlerini en verimli şekilde yönlendirmesi amacıyla, sınıf ortamını organize etme ve yönetme becerisini içerir. Bu süreç, zaman yönetiminden disiplin stratejilerine, öğretim yöntemlerinden sınıf kurallarına kadar birçok unsuru kapsar. Sınıf yönetiminin temel amacı, öğrenme için elverişli bir ortam yaratmak ve bu ortamı sürdürebilmektir. Bu bağlamda öğretmen, sınıfta bir orkestra şefi gibi tüm unsurları uyum içinde çalıştırmalıdır.
Sınıf Yönetimini Etkileyen Faktörler
Sınıf yönetiminde başarı, sadece öğretmenin bireysel becerilerine bağlı değildir; öğrencilerin özellikleri, sınıfın fiziksel ortamı, okul kültürü ve toplumsal faktörler de bu süreci doğrudan etkiler. Öğrencilerin bireysel farklılıkları, yaş grupları ve motivasyon seviyeleri dikkate alındığında, öğretmenin bu dinamiklere uygun stratejiler geliştirmesi gerekmektedir. Aynı şekilde, sınıfın fiziksel düzeni, öğrencilerin derslere odaklanma düzeyini ve öğretmenin etkinliğini doğrudan etkileyebilir. İyi planlanmış bir sınıf düzeni, hem öğrencilerin öğrenme süreçlerini destekler hem de sınıf yönetiminin başarısını artırır.
Gelenekselden Modern Yaklaşımlara Sınıf Yönetimi
Sınıf yönetimi anlayışı, zaman içinde önemli değişimlere uğramıştır. Geleneksel yaklaşımlar, daha otoriter ve öğretmen merkezli bir yapıdayken, modern yaklaşımlar öğrenci merkezli ve demokratik yöntemlere odaklanmıştır. Bu yeni anlayış, öğrencilerin sınıf içi karar alma süreçlerine aktif katılımını teşvik eder ve onların bireysel gelişimlerine daha fazla önem verir. Günümüzde, sınıf yönetiminde disiplin yerine, öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri ve sorumluluk alabilecekleri bir ortam yaratılması hedeflenmektedir.
Farklı Sınıf Yönetimi Modelleri
Sınıf yönetimi literatüründe, öğretmenlerin sınıfı yönetmek için kullanabilecekleri çeşitli modeller bulunmaktadır. Otoriter model, kurallara sıkı bir şekilde bağlı kalmayı ve disiplinin ön planda tutulmasını savunurken, demokratik model, öğrencilerin sürece aktif katılımını ve sorumluluk almasını teşvik eder. Davranışsal model ise, olumlu pekiştirme ve ödül sistemiyle istenilen davranışların geliştirilmesini amaçlar. Her model, öğretmenin sınıf içi davranışları yönlendirme biçimine dair farklı yaklaşımlar sunar ve öğrencilerin akademik başarılarının yanı sıra sosyal gelişimlerini de desteklemeyi hedefler.
Sınıfın Fiziksel Ortamının Önemi
Sınıfın fiziksel ortamı, öğrencilerin öğrenme deneyimlerini doğrudan etkileyen bir diğer önemli faktördür. Sınıfın düzeni, ışıklandırma, havalandırma gibi unsurlar, öğrencilerin dikkatini toplama ve derslere katılım düzeyini belirler. İyi düzenlenmiş bir sınıf ortamı, öğrenmeyi kolaylaştırır ve öğrencilerin derse olan ilgisini artırır. Aynı zamanda, teknolojik araçların yerleşimi ve oturma düzeni gibi unsurlar da, sınıf yönetiminin etkinliğini artırmak adına dikkatle planlanmalıdır.
Sınıf yönetimi, eğitimin kalitesini ve öğrencilerin başarısını doğrudan etkileyen, çok yönlü bir süreçtir. Geleneksel anlayışlardan modern yaklaşımlara doğru evrilen sınıf yönetimi stratejileri, öğrencilerin akademik ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamak için sürekli olarak yenilenmekte ve geliştirilmektedir. Bu bağlamda, öğretmenlerin etkili sınıf yönetimi becerileri geliştirmesi, hem kendi mesleki başarılarını hem de öğrencilerin eğitim süreçlerini olumlu yönde şekillendirecektir.

Çanakkale Krizi (Türkiye Aktüel 24 Ağu 2024, 14:45)

Çanakkale Krizi, Türk Ordusu'nun 9 Eylül 1922'de İzmir'e girmesinin ardından, Eylül 1922'de İngiliz-Fransız kontrolündeki Boğazlar Tarafsız Bölgesi'ne doğru ilerlemesiyle ortaya çıkan ciddi bir siyasi ve askeri krizdir. Bu durum, Birleşik Krallık Başbakanı David Lloyd George'un hükümetini zora sokmuş ve sonunda iktidarını kaybetmesine yol açmıştır.
Türk Ordusu'nun Boğazlar'a ilerlemesi, İngiliz hükümetinde büyük bir endişeye neden oldu. İngiltere, bu ilerlemeyi durdurmak için askeri müdahale tehdidinde bulundu; ancak İngiliz halkı ve İngiliz Dominyonları, yeniden bir savaşa girmek istemiyordu. Kanada ve diğer bazı ülkeler, asker göndermeyeceklerini açıkladılar. Bu durum, İngiliz hükümetini daha fazla zorladı ve sonunda, Türkiye ile bir çatışmadan kaçınmak için Doğu Trakya'nın Türkiye'ye terk edilmesi kararı alındı.
Bu kararın ardından, Mudanya'da ateşkes görüşmeleri başlatıldı ve 11 Ekim 1922'de ateşkes şartları kabul edildi. Türkiye, takviye kuvvetlerine rağmen, bu durumun herhangi bir direnişe yol açmaması konusunda ikna edildi. Bu olay, İngiliz hükümetinin zayıfladığını gösterdi ve Lloyd George'un başbakanlığının sonunu getirdi.
Çanakkale Krizi, sadece bir askeri kriz değil, aynı zamanda İngiliz iç politikasındaki büyük görüş ayrılıklarını da gün yüzüne çıkardı. Lloyd George'un Türk ordusuna karşı sert tutumu, hükümet içindeki bazı bakanlar tarafından desteklenmedi. Muhafazakar Parti, Lloyd George’un politikasına karşı çıktı ve hükümetten ayrılma kararı aldı. Bu ayrılık, İngiliz siyasetinde büyük bir değişikliğe yol açtı. Sonunda, Lloyd George 19 Ekim 1922'de istifa etti ve yerine Andrew Bonar Law başbakan oldu.
Bu kriz, İngiltere'nin dış politikasında ve iç siyasetinde önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilir. İngiliz kuvvetleri, Lozan Antlaşması'nın onaylanmasının ardından Boğazlar Tarafsız Bölgesi'nden çekildi. Çanakkale Krizi, İngilizlerin Türkleri Avrupa’dan çıkarma ve Batı Anadolu’yu Yunanistan’a bırakma politikasının başarısızlığı ile sonuçlandı ve bu, Lloyd George’un düşüşüne yol açan bir katalizör oldu.
Krizin ardından İngiliz siyasetinde meydana gelen değişiklikler, sadece hükümetin değil, aynı zamanda koalisyonun da çöküşüne neden oldu. Lloyd George'un dış politikasına yönelik eleştiriler, koalisyonun bütünlüğünü zedeledi ve nihayetinde Muhafazakarlar ile Liberaller arasındaki ittifakın sona ermesine yol açtı. İngiliz dış politikasının bu başarısızlığı, aynı zamanda İngiltere'nin uluslararası prestijini de olumsuz etkiledi.
Özetle, Çanakkale Krizi, Türk Kurtuluş Savaşı'nın son dönemlerinde hem Türkiye hem de İngiltere için önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçti. Bu kriz, sadece İngiltere’nin Türkiye’ye karşı izlediği politikanın iflasını değil, aynı zamanda İngiliz hükümetinin içsel zayıflıklarını da ortaya koydu.

1 Ekim 1983 Tarihli CIA Raporu: Türkiye'nin Önde Gelen Siyasi ve Askeri Şahsiyetlerinin Profilleri
1 Ekim 1983 Tarihli CİA Raporunda Türkiye gündeminde olan kişiler ve haklarında çıkan kısa tanıtım yazısı:
Necdet Calp
Popülist Parti genel başkanı teknokrat ve etkili bir yönetici olarak tanınıyor. Çeşitli illerde valilik yaptı ve Halkçı Parti'yi kurmak için istifa edene kadar Başbakanlık'ta görev yaptı. Uzun yıllardır yasaklı olan Cumhuriyetçi Parti'de faaliyet gösteren 61 yaşındaki Calp'in hatırı sayılır bir siyasi deneyimi var, ancak ulusal şöhret elde etmek için gerekli kişisel varlığa sahip olmadığına inanıyoruz.
Turgut Sunalp
Milliyetçi Demokrat Parti'nin 65 yaşındaki eski generali, hâlâ bir siyasetçiden çok askeri bir adam. Açık sözlülüğüyle ünlü, 40 asırlık hizmetten sonra 1976'da ordudan emekli olmasının nedeni olabilir. Onun anlayışlı ve kararlı olduğunu biliyoruz. Sivil olarak Kanada Büyükelçisi olarak görev yaptı. Geçmişte olduğu gibi belirli ABD politikalarını eleştirmekten çekinmeyecek olsa da uzun süredir devam eden ABD yanlısı görüşlerini sürdürmesini bekliyoruz.
Bülend Ulusu
60 yaşındaki Başbakan Ulusu, Kabine ile iktidardaki askeri konsey arasında etkili bir irtibat görevi görüyor. Eski bir amiral olan Ulusu, hızlı ve sabırlı bir zihne sahip, mükemmel bir takım oyuncusu ve mükemmel bir organizatördür. Raporların çoğu onun kararlı ve kendine güvenen biri olduğunu belirtirken, diğerleri onun eleştirilere açık olduğunu ve yönetime karşı yumuşak sözlü, rahat yaklaşımını not ediyor. 1980 yılında Başbakan olarak atanmadan önce, Savunma Bakan Yardımcısı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak görev yaptı.
Turgut Özal
Turgut Özal, ilk olarak 1980 ekonomik istikrar programını tasarlamış, daha sonra ise tedbirleri uygulamak üzere askeri rejim tarafından görevlendirilmiştir. Ancak Temmuz 1982'de kamuoyunda "uygulamada anlaşmazlık" olarak adlandırdığı durum nedeniyle istifa etti. 56 yaşındaki Özal dürüstlüğü, yetkinliği, açık sözlülüğü ve kendine olan güveniyle tanınıyor. Eski Başbakan Demirel döneminde Başbakan Yardımcılığı ve Devlet Bakanı görevlerinin yanı sıra Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası'nda da görev yaptı.
Kenan Evren
Kasım 1982'de Türkiye'nin yedinci cumhurbaşkanı seçilen Kenan Evren, 1980'deki askeri darbeden bu yana iktidardaki Milli Güvenlik Kurulu Başkanıdır. 1978'den bu yıla kadar Genelkurmay Başkanlığı görevini yürütmüştür. ABD Büyükelçiliği yetkilileri, 65 yaşındaki Evren'i yumuşak dilli, mütevazı ve temkinli ve düşünceli biri olarak tanımlıyor. Aynı zamanda güçlü bir görev duygusuna sahip olduğu ve kendine güvendiği de biliniyor. Otoriteyi kullanma konusunda hem kararlı hem de rahattır. Tavsiyeye açık ve mümkün olduğunca çatışmalardan kaçınma eğilimindedir. Atatürk'ün ilkelerine ve laikliğe olan bağlılığı, zaman zaman solun ve kökten dincilerin siyasi katılım taleplerini reddetme konusunda katı görünmesine neden olmaktadır.
Raporun Orijinal Hali
Rapor Bilgileri
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Eylül 1919 Tarihinde Ahmet Haşim’in Refik Şevket Bey’e Yazdığı Mektup (Türkiye Aktüel, 30 Ağu 2024, 13:16)


Sevgili Refik,
İhtimal sana fazla yazıyorum. Fakat ben bundan memnunum. Bulunduğum noktalardan sana doğru uçurduğum bu mektuplarla pervaz-ı evraktan oluşmuş ve bütün mesafeler boyunca sürekli maddi ve manevi bir bağ ile kendimi sana bağlı tutmak istiyorum.
İletişimimizin bu gidişatı seni bunaltıyor mu? Geçen mektubumu Niğde’den yazmış ve o mektubu gönderdikten sonra sancağın bütün kazalarını teftişe çıkmıştım. Yirmi gün süren ve nice bağ ve bahçe safalarına rağmen ruhumda hiçbir hakiki lezzetin hatırasını bırakmayan bu devrenin sonunda bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum.
Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?
Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır?
Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır. Anadolu köylüsünü sınıflandırmada karıncalar cinsine ithal etmeli fikrindeyim. Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan ve gece en güzel yıldızlar altında bütün böceklerinin sonsuz sesleriyle uzanıp giden bu araziden herhangi saat geçilmiş olsa yalnız yiyeceğini tedarikle meşgul, “gıda” sabit fikirliliğiyle sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Sanki cehennemî bir fırın karşısından yeni ayrılmış gibi yüzleri kıpkırmızı, dudakları çatlak, elleri kuruyup siyahlaşan bütün bu insanlar ya gıda maddesini biçmekle, ya onu taşımakla, ya onu savurmakla veyahut onu metharlarına doğru çekip götürmekle meşgul görünür. Tıpkı karıncalar gibi, tıpkı karıncalar gibi…
Fakat boğazlarının kârına olarak aklın bütün maharetlerini ret ve iptal eden bu adamların boğazı da memnun etmekten pek uzak bulundukları, en zenginlerinin evinde geçirilen bir gecenin sabahında, nefis bir yemek diye sofraya getirilen suyla pişmiş uğursuz bir fasulyanın barsaklarda sebep olduğu gazlar ve ıstıraplar ile uyanılıp da anlaşıldığı zaman, bu akılsız kardeşlerin maksatsız hayatına, boşa giden üstün gayretle çalışmalarına karşı derin bir elem duymamak mümkün değildir.
Refik; Ankara’da, Almanya imparatorunun Anadolu hastalıklarını tetkik etmek üzere gönderdiği bir tıp heyetinin bazı büyük rütbeli ileri gelenleriyle görüştüm. Bunlar, bir seneden beri her gelen hastayı ücretsiz muayene etmek ve mümkün olduğu kadar incelemelerini sıhhatli kişiler üzerinde (mektep talebesi gibi) yapmak suretiyle şunu anlamışlardır ki, Anadolu Türklerinin karınları kurtlarla yüklü ve kanları bu kurtların salgıladığı parazitlerle dolu bulunuyor. cinsi, yakın bir yok olma ile tehdit eden bu hâlin sebebi neymiş bilir misin? Beslenme eksikliği.
Her ne kadar garip görünse de Anadolu Türkleri henüz ekmek yapımından bile habersizdirler. Yedikleri mayasız bir yufkadır ki, ne olduğunu yiyenlerin midesine bir sormalı. İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Ellerinde esir olan öküzler ve bu türden hayvanlar için en zalim düşüncelerin bile icâdından aciz kalabileceği -bununla beraber ağır, dar ve maksada gayr-ı salih bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir. Kağnı bir araba değil, fakat, hayvana yapışıp onun hayat unsurlarına hortumunu sokan ve bu suretle kanını ve canını çeken bir canavardır. Uzaktan görüldüğü zaman heyet-i umumiyesiyle bir arabadan ziyade büyük ve korkunç bir karafatma hissini veren tarihe âşina bir göz için üzerindeki uzun değneği ve ayakta duran arabacısıyla dara ve keyhüsrev devirlerine ait taşlar üstünde çizilmiş ilkel arabaları hatırlatan bu kağnıların boyunduruğu altında masum hayvanların çektiği azabı gördükçe, onu sevkeden sakin köylünün insanlar gibi bir ruhu olup olmadığından şüphe ettim.
Anadoluluların becerikliliği ancak öküz tezeğini kullanmakta ve onu kullanılmaya uygun bir hâle sokmak için buldukları çarelerin çeşitliliğinde görülür. Tezeğin bu adamlar nezdindeki kıymeti hayret vericidir. sürüler meraya çıkarken veyahut akşam şehre girerken kadın ve çocuk, gözleri nurlu bir noktaya cezp edilmiş gibi, öküz kıçlarından bir saniye dikkatlerini ayırmayarak ve yüzlerce rakipten geri kalmak korkusuyla seri adamlarla koşarak, öküz götünden düşen en ufak bok parçasını toplamak üzere dirseklerine kadar bulaşık elleri ve hırstan gözbebekleri fırlamış gözleriyle yere kapanırlar.
Bu boklar toplanır, sepetlere doldurulur, evlere cem ettirilir ve nihayet bir altın mayası yoğurur gibi, altın gerdanlıklı genç kadınlar beyaz kollarıyla onu yoğururlar ve muntazam yuvarlaklar hâline koyup kurumak üzere duvara yapıştırırlar.
Anadolu’nun duvarları bu öküz pislikleriyle sıvalıdır. bütün havalarında o hoş koku solunur. Yemekleri, sütleri, ekmekleri hep tezek dumanının kokusuyla ele alınmaz bir hâldedir.
Eski Mısırlılardan ziyade Anadolular apis öküzüne hürmet etmeliydi. Öküz, burada hayatının genelinin zembereğidir.
Evlerine gelince, onlar da öyle: Duvarlar yontulmamış alelâde taşların, çalı çırpının, leylek yuvasında olduğu gibi, gelişigüzel dizilmesinden hasıl olmuştur. Baca nedir, bilir misin? Dibi kırık bir testi. Kızılırmak civarında, büsbütün ev inşasından da feragat ederek, toprağın maddesel özelliğinden yararlanarak dağları oymakla vücuda getirdikleri mağaralar içinde kuşlar gibi yaşarlar. Nevşehir’den yarım saat beride Güvercinlik adında kovuklardan oluşan bir köy vardır ki, hakikaten ancak bir güvercinlik olmaya yakışan bir köydür.
Anadolu, külliyen temizlikten mahrumdur. Sakallı Celâl’in dediği gibi en nefis bir icatları olan yoğurt bile pislik mahsulünden başka bir şey değildir. Kaynamış süte kirli bir demir parçası yahut eski bir gümüş para atılsa sütün derhal yoğurda dönüşeceğini sen de bilirsin.
Anadolu, hemen bir uçtan bir uca firengilidir. Anadoluların güzelliği de bozulmuştur. Bir köy, bir kasaba veya bir şehrin kalabalığına bakılsa, şehrin kalabalığında o kadar topal, topalların o kadar çeşitlisi, o kadar cüce, kambur, kör ve çolak görülür ki, insan kendini eşyanın şeklini bozan dışbükey bir camla etrafa bakıyorum zanneder.
Bununla birlikte güzel oldukları zaman da güzelliklerinin emsalsiz olduğunu itiraf etmeli. Siyah, derin ve titretici gözlerle insana bakan şalvarlı, düzgün ölçülü Anadolu kadınları; sizleri nasıl unutacağım?
Gençleri, insanın bazen en mükemmel bir örneğini temsil ederler. Fakat, bunlar, nadirlerdendir., Refik. Anadolular hakkında sana daha çok yazacak şeyler varsa da mektuba gülünç bir makale süsü vermemek için bu konuyu burada kesiyorum. Anadolu seyahati artık benim için nihayet buluyor demektir. Bundan da üzgün değilim. …
Niğde teftişi son bulmuştur. İâşe Heyet-i Teftişiyesine girdiğim günden beri kazandırmış olduğum tutar iki bin liraya varmıştır. Benim zararım ise pek çoktur. Öncelikle sağlığım bozuldu. Hayli keçi eti yedim. Birçok da gereksiz masraflar ettim ve rahatımdan da birçok şey kaybettikten sonra yerimden de oldum. Yakında, belki, üç gün sonra İstanbul’a gidiyorum.
Ahmet Haşim, 3 Eylül 1919
Kaynakça
  • Karaosmanoğlu, Y. K. (2022). Ahmet Haşim (7. baskı). İletişim Yayınları, s.51-56.
  • Karaveli, O. (2004). Sakallı Celâl (5. baskı). Pergamon Yayınları, s. 45-46.
  • Parlatır, İ., Kerman, Z., Yetiş, K., Birinci, N., Okay, O., & Enginün, İ. (Haz.). (2004). Güzel yazılar-mektuplar. Türk Dil Kurumu Yayınları, s.67-72.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ



1942 Yılında Pehlivanköy ve Havsa'da Düzenlenen Biçki ve Dikiş Kursları (Türkiye Aktüel, 18 Eyl 2024, 16:36)


Biçki ve Dikiş Kursları Ne İşe Yarar?
  1. Mesleki Becerilerin Kazanılması: Biçki ve dikiş kursları, katılımcılara temel ve ileri düzeyde dikiş tekniklerini öğretir. Bu kurslar sayesinde insanlar kendi giysilerini dikebilir, tamir edebilir ve özelleştirebilir hale gelir. Bu beceri, özellikle kırsal bölgelerde ekonomik bağımsızlık ve iş imkanları yaratır.
  2. Ekonomik Bağımsızlık: Kadınlar, öğrendikleri dikiş becerileri sayesinde kendi giysilerini ve ev tekstil ürünlerini üretebilir, hatta bu ürünleri satarak ek gelir elde edebilirler. Bu, özellikle kırsal kesimde yaşayan kadınlar için önemli bir gelir kaynağı olabilir.
  3. Sanatsal ve Estetik Gelişim: Biçki ve dikiş, sadece pratik bir beceri değil, aynı zamanda sanatsal bir uğraştır. Katılımcılar, farklı kumaş türleri, renkler ve desenlerle çalışarak estetik anlayışlarını geliştirebilirler. Bu, kişisel yaratıcılığın ve sanat zevkinin gelişmesine katkıda bulunur.
  4. Toplumsal ve Kültürel Katkı: Biçki ve dikiş kursları, toplumda kadının rolünü güçlendirir. Kadınlar, bu kurslar sayesinde toplumsal hayata daha aktif katılabilir, kendi yeteneklerini keşfederek özgüven kazanabilirler. Ayrıca, geleneksel el sanatlarının yaşatılmasına da katkı sağlarlar.
  5. Eğitim ve Öğrenme: Bu kurslar, katılımcıların sürekli öğrenme ve kendini geliştirme fırsatlarını sunar. Eğitim programları genellikle temel dikiş tekniklerinden başlayarak ileri düzey tekniklere kadar geniş bir yelpazede bilgi sağlar.
  6. Sosyal Bağlantılar ve Dayanışma: Kurslar, katılımcıların sosyal çevrelerini genişletmelerine ve yeni insanlarla tanışmalarına olanak tanır. Ortak bir amaç etrafında toplanan insanlar, birbirlerine destek olabilir ve güçlü arkadaşlıklar kurabilirler.
  7. Kültürel Mirasın Korunması: Biçki ve dikiş kursları, geleneksel el sanatlarının ve kültürel mirasın korunmasına yardımcı olur. Katılımcılar, yerel motifler ve teknikler öğrenerek bu değerleri gelecek nesillere aktarabilirler.
Pehlivanköy ve Havsa'daki Biçki ve Dikiş Kursu
Pehlivanköy ve Havsa köylerinde kızlar için açılan Biçki ve Dikiş yurtlarının bir ve iki aylık süreçlerini gösteren 10.07.1942 tarihli Maarif Müşaviri ve Kız Enstitüsü müdürünün teftiş raporları incelenerek bilgilere ulaşılmıştır. 
Şekil 1: Dikiş kursu öğrencileri ve Umumi Müfettişi.
Pehlivanköy'deki Kurslar
Pehlivanköy'de Umumi Müfettişlik tarafından açılan ve Edirne Akşam Kız Sanat Okulu mezunlarından Bayan Münevver tarafından başarıyla idare edilen biçki ve dikiş kursları bulunmaktadır. Bu kurslar 10.07.1942 tarihli arşiv belgesi baz alındığında bir buçuk aydır faaliyet göstermekte ve küçük, güzel bir sergi de bu kısa sürede düzenlemişlerdir. Bu sergide sergilenen eşyalar, sanat zevki ve köylülerin fikri terbiyesi göz önünde bulundurularak hazırlanmıştır. Sergideki eşyalar çocuk çamaşırları ve elbiselerinden ibarettir. Daha sonra büyükler için iç ve dış elbiseler üretilmeye başlanmıştır. Kursu yöneten öğretmenin eğitim yöntemi dikkate alındığında, kısa sürede köylü gençlerin kendi kıyafetlerini yapabilecek bir yetenek kazanacakları hem sergide sergilenenlerden hem de öğretmenin azminden anlaşılmaktadır. Bu suretle Cumhuriyet döneminin kültür savaşının köylere kadar uzanışı ve kadınlığın uyanışı, genç nesillere ışık ve hayat sunmuştur.
Şekil 2: Sergiden bir kare.
Havsa'daki Kurslar
Havsa'daki Biçki ve Dikiş Yurdu, başlangıçta Havsa ebesinin evinde açılmış, ancak talebe sayısının artması nedeniyle Halkevinin salonuna taşınmıştır ve 1 Haziran 1942’de eğitim faaliyetine başlamıştır. Dershane olarak kullanılan salon, mevcut öğrenci sayısına göre biçki ve dikiş faaliyetlerine uygun bulunmuş ve kullanılmıştır. Kursa devam eden 18 öğrenci, derslere ve verilen uygulamalara büyük bir heves ve istekle çalışmaktadır. Kursun başladığı tarihten itibaren elde edilen verim tatmin edici seviyededir.
Öğretmen ve Eğitim Durumu
Öğretmen Aliye, Edirne Akşam Kız Sanat Okulu'nu tamamlamış olup, 1941 yılında çiçek, şapka ve dikişten, 1942 yılında ise nakıştan uzmanlık belgesi almıştır. Bilgisi kuvvetlidir ve öğrencilerini en iyi şekilde faydalandırmak için büyük bir gayret ve heyecanla çalışmaktadır. Başöğretmen ve Nahiye müdürü kursun genel durumu ile yeterince ilgilenmektedir. Her iki unsur da öğrencilerin devamlılığı ve yurdun eksikliklerinin giderilmesi hususunda başarılı çalışmalar yapmaktadır.
Eğitim Programı
1942 yılına kadar programda gösterilen konular şunlardır:
  1. Sekiz tür dikiş (Dikişlerin çeşitleri)
  2. Yama ve dantel dikmeleri
  3. Üç tür "biye" ipekli kumaş üzerine
  4. Parçalı ilik
  5. Örgü ilik
  6. Tayyör cebi (iki türlü, fantezi)
  7. Erkek yelek cepleri
  8. Pastali makine dikişi
  9. Bundan sonra metodlara başlanacaktır.
Havsa'da açılan Biçki ve Dikiş Yurdu, köy kadınlarının her bakımdan yükselmesine yönelik alınan tedbirler arasında kısa sürede hedefine ulaşma potansiyelini gösteren müesseselerden biri olmuştur.
Talebe Yardımları
Yüksek ve orta öğretimle ilgili yukarıda saydığımız illerde ve kültür müesseselerinde tahsilde bulunan fakir ve yardıma muhtaç talebelere CHP tarafından yapılan yardımlar 1942 senesinde önemli ölçüde genişletilmiştir. Geçmiş yıllar da dahil olmak üzere, öğrenci yurtlarına bakılmak, yatılı olarak okutulmak ve nakdi yardımda bulunulmak suretiyle 1942 senesi içinde Parti'nin himayesinde bulunan öğrenci sayısı 75 olmuş ve giderek artmıştır.
Parti bütçesinde önemli bir yekûn tutan tahsisatı öğrenci yardım işlerine ayırmak suretiyle, genç ve yetenekli yurt çocuklarının maişet ve refahlarını temin etmek, tahsil gençliğinin yetiştirilmesi davasında başlıca düşünce olduğu arşiv belgesinden anlaşılmaktadır. Öğrencilerin, parti programının prensipleri doğrultusunda, rejim ve devlet ideolojisinin gerekliliklerine göre, milliyetçi ve inkılapçı bir zihniyetle yetişmeleri hedeflenmiştir. Bu faaliyetlerin başlıca amacı, memleket hizmetinde bulunacak öğrencilerin, dahil oldukları herhangi bir hizmet kategorisinde tam verimle çalışabilmelerinin teminatını almaktır. 
 
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Instagram, LinkedIn



Tarihçiler Ne Yapar? (Türkiye Aktüel, 19 Eyl 2024, 20:51)

Tarihçiler, geçmişin izlerini sürerken karmaşık ve derin bir sürece dahil olurlar. Bu süreç, ilk bakışta birbirinden bağımsız görünen birçok eylemle tanımlanabilir: keşfederler, toplarlar, değerlendirirler, analiz ederler, karşılaştırırlar ve nihayetinde yazarak sonuçlarını dünyayla paylaşırlar. Ancak tüm bu faaliyetlerin temelinde, onları bir arada tutan güçlü bir bağ vardır: kanıt.
Tarihçiler, geçmişin anlaşılmasını sağlayan bu kanıtlarla çalışır. Zaman dilimi ya da konu ne olursa olsun, yaptıkları işin özü, geçmişten kalan birincil kaynaklar üzerinde titizlikle çalışmaktır. Bu birincil kaynaklar; mektuplar, belgeler, günlükler, eserler, sanat yapıtları ya da fiziksel kalıntılar gibi tarihsel malzemelerdir. Onların görevi, bu ham kanıtları inceleyerek ve anlamlandırarak geçmişin anlatısını inşa etmektir. Tarih yazımının hammaddesi bu kaynaklar olurken, tarihçinin sanatı bu materyalleri bir araya getirip çözümleyerek geçmişin karmaşıklığını aydınlatmaktır.
Ancak tarihçiler sadece geçmişi anlama çabasına saplanıp kalmazlar. Aynı zamanda, nesiller boyunca gelişmiş bir bilgi ve düşünce geleneği içinde hareket ederler. Bir bilgi birikiminin üzerine inşa ederler ve genellikle "devlerin omuzlarında durduklarını" dile getirirler. Bu, önceki araştırmaların ışığında, bu çalışmaları zenginleştirerek ya da onlara meydan okuyarak yeni perspektifler geliştirdikleri anlamına gelir. Yeni yöntemler, farklı bakış açıları ve eleştirilerle tarihin anlatısını şekillendirirler. Tarihçi, bir bakıma geçmişin avcısı, analisti ve anlatıcısıdır; zamanın derinliklerinde kaybolmuş hikayeleri yeniden gün yüzüne çıkaran ve onları bugünün ışığında yeniden şekillendiren bir yol gösterici.
Tarih, sadece olayların kronolojik sıralaması değil, aksine insan deneyimlerinin derinlemesine bir araştırmasıdır. Tarihçi, bu büyük anlatının peşinden giderek geçmişi aydınlatır, geleceği anlamamıza katkıda bulunur ve bir zaman makinesi işlevi görür/gösterir.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Instagram, LinkedIn


Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe'un Düşünceleri (Türkiye Aktüel, 20 Eyl 2024, 17:18)

Laclau ve Mouffe'un düşünceleri, toplumsal ilişkilerin belirsizlik (olumsallık) içeren bir doğaya sahip olduğunu ve hiçbir kimliğin diğerinden üstün olmadığını vurgular. Gramsci’nin hegemonya kavramını yeniden ele alarak, hegemonyanın sürekli olarak siyasal mücadele ile değiştirilebileceğini savunurlar. Post-Marksist düşüncelerinde ekonomik özcülüğe karşı çıkarak, siyasetin sınıfla sınırlandırılmaması gerektiğini ifade ederler. Laclau ve Mouffe’un demokratik toplum anlayışında, her kimlik mevcut hegemonyayı dönüştürme kapasitesine sahiptir. Olumsallık kavramı postmodern düşüncede büyük bir öneme sahiptir ve modernlik ile modernizmin anlaşılması postmodernizmin kavranması için kritik görülür.
Toplumsal İlişkilerin Olumsallığı: Laclau ve Mouffe, toplumsal ilişkilerin olumsal (contingent) olduğunu savunurlar. Hiçbir siyasal öznenin diğerinden ontolojik anlamda üstün olmadığını belirterek, kimlikler arasında hiyerarşi olmadığını öne sürerler. Bu yaklaşım, hiçbir kimliğin ayrıcalıklı veya üstün olmadığı bir toplumsal yapıyı ifade eder.
Hegemonya Kavramı: Laclau ve Mouffe, Gramsci’nin hegemonya kavramını sınıf merkezli bakış açısından çıkararak yeniden yorumlarlar. Hegemonya, bir yaşam tarzını diğerlerine üstün kılmak için kurulan bir yapı olarak tanımlanır ve bu yapı siyasal mücadele ile değiştirilebilir.
Post-Marksist Düşünce: Ekonomik özcülüğü reddeden Laclau ve Mouffe, siyasetin belirli bir temele indirgenmemesi gerektiğini savunurlar. Marksist düşüncedeki sınıf merkezli yaklaşıma eleştiri getirerek, toplumsal ilişkilerin daha geniş bir çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini öne sürerler.
Demokratik Toplum: Laclau ve Mouffe, demokratik toplumu, hiçbir kimliğin ayrıcalıklı veya üstün olmadığı, her kimliğin mevcut hegemonya üzerinde dönüşüm yaratma potansiyeline sahip olduğu bir yapı olarak tanımlarlar.


Batı Trakya Türk Cumhuriyeti (Türkiye Aktüel,  4 Eki 2024, 18:52)


Batı Trakya’da 1913 yılında kısa bir süre varlığını sürdüren Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti, dönemin karmaşık jeopolitik koşulları ve etnik hassasiyetleri çerçevesinde şekillenmiş önemli bir girişimdir. Bu devletin kuruluşu, Balkan Savaşları sonrası bölgedeki Osmanlı etkisinin sona ermesi ve Batı Trakya’daki Türk ve Müslüman nüfusun Bulgar işgali karşısında kendi kaderini tayin etme arzusuyla ilgilidir. Üç dosyanın incelenmesiyle birlikte bu girişimin tarihsel bağlamı, başarıları ve çöküşü akademik bir perspektifle daha iyi anlaşılmaktadır.
1. Kuruluş ve Bağlam
Balkan Savaşları, Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’daki hâkimiyetini sona erdiren ve bölgeyi etnik ve politik çatışmaların merkezi hâline getiren bir süreçti. İlk Balkan Savaşı’nın ardından, 1913 yılında Batı Trakya Bulgaristan’a bırakılmış ve bölgedeki Türk ve Müslüman nüfus Bulgar baskısı altında kalmıştır. Bu bağlamda, Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti, bölgedeki Türk ve Pomak topluluklarının bir direniş ve öz-yönetim hareketi olarak doğmuştur.
Eşref Kuşçubaşı liderliğindeki bir Osmanlı gönüllü müfrezesi, Batı Trakya’ya girerek Bulgar işgaline karşı yerel halkı örgütlemiş ve bölgede geçici yönetimler kurmuştur​. 31 Ağustos 1913’te, bu geçici yönetim Gümülcine merkezli bir bağımsız devlet olarak şekillenmiştir. Müderris Salih Hoca başkanlığında kurulan hükümet, Ekim 1913’te bağımsızlığını ilan etmiş ve kısa süre içinde bayrağını, milli marşını ve ordusunu oluşturmuştur​.
2. Siyasi ve Diplomatik Gelişmeler
Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’nin kuruluşu, sadece yerel halkın Bulgar işgaline karşı bir direnişi değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu zorlayıcı diplomatik ve askeri koşulların bir sonucuydu. Dönemin Osmanlı yönetimi, Batı Trakya’daki bağımsız girişimleri doğrudan desteklemekten kaçınmıştır. Bunun sebebi, Osmanlı Devleti’nin büyük devletler nezdinde Batı Trakya’daki girişimlerin kendi barış sürecine zarar verebileceği korkusudur. Nitekim, 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bırakmıştır. Osmanlı hükûmetinin bu kararı, Batı Trakya’da büyük bir hayal kırıklığı yaratmış ve bu durum, devletin 52 gün gibi kısa bir süre sonra çöküşüne zemin hazırlamıştır.
Diğer taraftan, Yunanistan’ın Batı Trakya’daki bu devlet girişimine karşı tutumu nispeten daha olumluydu. Yunanistan, kendi stratejik çıkarları doğrultusunda Dedeağaç’ı çatışmasız bir şekilde bu yeni hükümete bırakmıştır​. Ancak Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu, siyasi gerekçelerle Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’nin varlığını sona erdirmek istemiştir. General Lazarof komutasındaki Bulgar kuvvetleri, 30 Ekim 1913'te bölgeyi tamamen işgal etmiş, böylece Batı Trakya'da büyük umutlarla kurulan bu devlet üç ay gibi kısa bir süre içinde sona ermiştir​.
3. Toplumsal ve Etnik Dinamikler
Batı Trakya, tarihsel olarak çok etnikli bir yapıya sahip olmuştur. Bölgedeki nüfus, ağırlıklı olarak Türkler, Pomaklar, Bulgarlar ve Yunanlardan oluşuyordu. Bağımsızlık ilan edildiğinde Batı Trakya’nın nüfusu 234,700 kişiydi ve bu nüfusun %78.82’si Müslümanlardan (Türkler, Pomaklar ve diğer Müslüman topluluklar), geri kalan kısmı ise Bulgarlar (%10.86) ve Yunanlar (%9.37) gibi etnik gruplardan oluşuyordu​. Bu etnik çeşitlilik, bölgedeki siyasi hareketlerin yönünü belirleyen en önemli unsurlardan biri olmuştur. Müslüman nüfus, Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihsel mirası altında kendilerini bu toprakların asli sahipleri olarak görürken, Bulgarlar ve Yunanlar da bölgedeki çıkarlarını korumaya çalışmışlardır.
Batı Trakya Hükûmeti, bu karmaşık etnik yapıyı göz önünde bulundurarak, tüm topluluklara hitap eden bir yönetim anlayışı geliştirmiş ve adalet sistemini Osmanlı kanunlarına dayandırarak, bölgedeki Müslüman halkın haklarını güvence altına almıştır. Ancak, devletin kısa ömrü nedeniyle bu sistemin uzun vadeli sonuçları görülememiştir.
4. Uluslararası Tepkiler ve Diplomatik İzolasyon
Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’nin uluslararası düzeyde tanınmaması, devletin zayıflığını ortaya koyan en önemli unsurlardan biridir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yanı sıra büyük devletler de bu girişimi resmî olarak tanımamış, bu da hükümetin diplomatik açıdan izole olmasına yol açmıştır. Özellikle Rusya’nın bölgeye olan ilgisi, Osmanlı'nın ilerleyişini durdurmuş ve bölgedeki bağımsızlık hareketlerini etkisiz kılmıştır. Osmanlı kuvvetlerinin Meriç Nehri'ni geçmesi hâlinde Rusya'nın savaş açacağını belirten ültimatomu, Batı Trakya Hükûmeti'nin kaderini mühürleyen olaylardan biri olmuştur​.
Batı Trakya’nın geleceği, daha çok büyük devletlerin Balkanlar’daki çıkar hesapları doğrultusunda şekillenmiş, bağımsızlık hayalleri bu hesapların gölgesinde kalmıştır. 1923 Lozan Antlaşması ile Yunanistan’a bırakılan Batı Trakya’da bir azınlık olarak tanımlanmıştır. Lozan Antlaşması’nın azınlıkları koruma maddeleri kapsamında, Batı Trakya’daki Türk nüfusun dil, din ve eğitim hakları güvence altına alınmış, ancak sonraki yıllarda Yunanistan tarafından bu hakların ihlali sık sık gündeme gelmiştir​. Yunanistan'da Müslüman Türk azınlığın hakları Lozan'da belirlenen kriterlere göre korunmuş olsa da, zamanla bu hakların uygulanmasında zorluklar yaşanmış ve azınlık hakları konusunda büyük tartışmalar ortaya çıkmıştır.
5. Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti’nin Mirası
Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti'nin kısa süren varlığı, bölgedeki Türk ve Müslüman halk için derin bir etki bırakmış ve sonraki dönemde azınlık hakları mücadelesine ilham kaynağı olmuştur. Hükûmetin başarısız olmasına rağmen, Batı Trakya’da kurulan bağımsız yönetim, yerel halkın direniş kapasitesini ve kendi kaderini tayin etme isteğini göstermiştir. Bu girişim, modern Türk ve Pomak toplulukları için bir sembol haline gelmiş ve bölgedeki Türk varlığının sürekliliğini sağlamada önemli bir tarihsel dönemeç olmuştur.
Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti, sadece kısa bir siyasi deneyim olarak değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun çözülüşü sırasında ortaya çıkan etnik ve ulusal hareketlerin bir örneği olarak değerlendirilebilir. Dönemin kaotik Balkan coğrafyasında Türk, Bulgar ve Yunan toplumlarının çatışan çıkarları ve büyük devletlerin politik müdahaleleri, bölgedeki bağımsızlık girişimlerinin kalıcı olmasını engellemiştir. Batı Trakya’da yaratılan bu geçici devlet, bölgede yaşayan Müslüman Türklerin hem siyasi taleplerini hem de bağımsızlık arzusunu temsil etmiş, ancak uluslararası sistemin sert gerçekleri karşısında uzun soluklu olamamıştır​.
Sonuç:
Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti, Balkanlar’da Türk varlığının siyasi açıdan son bir direnişi olarak yorumlanabilir. Her ne kadar kısa ömürlü olsa da bu girişim, Batı Trakya’daki Müslüman Türk nüfusun ulusal kimliğini koruma çabalarını simgelemiştir. Bu bağlamda, devletin başarısızlığı, bölgesel ve uluslararası güç dengelerinin doğrudan bir sonucudur. Ancak bu kısa süren deneyim, Batı Trakya’da Türk varlığının sembolik önemini artırmış ve sonraki yıllarda azınlık hakları mücadelesinin temelini oluşturmuştur.
Batı Trakya’daki bu siyasi hareketin izleri, günümüzde bölgedeki Türk azınlığın varlığını sürdüren kültürel ve sosyal yapılarında hissedilmektedir. Dolayısıyla, Batı Trakya Bağımsız Hükûmeti, tarihin tozlu sayfalarına gömülmüş olsa da bölge halkı için kalıcı bir miras bırakmıştır. 
Ek:
Metin Çevirisi: Bulgarların Türklerimize karşı göstermekte oldukları şeniane mezalim dolayısıyla sabırlarımız tükenerek bıçakta ve kucakta bulunan ma`sum halkı kurtarmak azmiyle Garbi Trakya`yı işgale mecbur kaldık. Fakat ahval`i hazıra-i siyasiyyemiz icabı hükümet-i Osmaniyye bizim bu harekatımızı muvafık bulmıyarak bizi men`e kalkışdı. Naçar harekete geçtik ve gülmülcüne livası Türklerini tahsile geldik. Maalesef bu kere de hükümetimizce avdetimiz kat`iyetle emr olunmaktadır. Başta Rus olmak üzere bazı tarafdarı hükümetler bizim bu hareketimizi mütareke ahkamına uygun bulmamaktadırlar. Halbuki burada bıcak altında can vermiş ve vermekte olan Türklerimizin hayat ve ismetleri hiçbir tarafdan taht-ı emniyet ve kefalete bağlanmış değildir. Buna fikir yoran da bulunmamaktadır. Bu sebebden ve bundan böyle biz emirlerimizi vicdan ve ilhamlarımızı akıl ve mantık ve besalet-i şahsiyyelerimizden almak ve ona göre harekete geçmek mecburiyetinden kalmış olduk. İşte bu günden itibaren muvakkat olarak teşkil eylediğimiz hükümet-i muvakkatemizi Garbi Trakya hükümet-i müstakillesi namına tahvil ile i`lânı istiklâl eylediğimizi bilcümle hükümetlere ve âlem-i insaniyyete i`lân eylemekle fahr-u şeref duyduğumuz i`lân olunur. Teşfik ulu Allahımızdandır. 
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

InstagramLinkedIn



Mehmet Akif Ersoy: Milli Mücadele Ruhunu Yansıtan Şairin İzinde (Türkiye Aktüel, 12 Eki 2024, 15:29) 


Mehmet Akif Ersoy, Türk edebiyatının kahraman kalemlerinden biridir; kelimelerinde vatan sevgisi ateşiyle yanıp tutuşan, özgürlük çığlığını dizelerine nakşeden bir şairdir. Onun kalemi, milletinin acılarını, sevinçlerini, özlemlerini ve mücadelesini yansıtan bir aynadır. Gözlerinde vatanın sevdası parıldar, yüreğinde özgürlük tutkusu coşar ve kaleminde bu duygu seli şairane bir anlatımla yankılanır.
Her mısrasında vatan toprağından bir iz taşıyan Ersoy, İstiklal Marşı'nda tüm bir milletin diriliş ruhunu, inancını ve sevdasını dile getirir. Kelimeleri adeta birer kılıç gibi, bağımsızlık ateşini her satırda daha da alevlendirir. "Korkma" diyerek yüreklere cesaret aşılar, "Doğacaktır sana va'dedilen günler hakk'ın kim bilir belki yarın belki yarından da yakın" sözleriyle geleceğe olan inancını büyük bir kararlılıkla ifade eder.
Onun kalemi, sadece kelimelerin dizilişi değil, aynı zamanda bir milletin direniş ve azminin destansı yansımasıdır. Mehmet Akif Ersoy'un, döneminin sıkıntılarına, çalkantılarına, umutsuzluklarına rağmen vatan sevgisiyle dolu şiirleri, günümüzde de aynı tazelik ve heyecanla okunmakta ve insanların ruhlarında derin izler bırakmaktadır.
O, sadece kelimelerin büyüsüyle değil, fikirleriyle, duruşuyla da büyük bir etki bırakmış bir şairdir. Onun eserleri, sadece bir dönemin yansımaları değil, aynı zamanda bir milletin ortak ruhunu, değerlerini ve özlemlerini yansıtan birer hazinedir. Mehmet Akif Ersoy'un, Türk edebiyatındaki eşsiz yeri, kaleminin gücü ve yüreğindeki vatan sevgisiyle sonsuza dek hatırlanacak ve etkisini sürdürecektir.
O, aynı zamanda milli mücadele döneminin karanlık günlerinde, ülkesinin bağımsızlık ateşini canlı tutmak için özverili bir şekilde mücadele etmiş bir şairdir. O, kalemini silah gibi kullanmış, döneminin haksızlıklarına, işgale ve zulme karşı çıkmış, milletinin sesi olmuştur.
Milli mücadele yıllarında, vatan sevgisiyle dolu gönlüyle Mehmet Akif Ersoy, şairliğini milletinin bağımsızlık mücadelesine adayan nadir kişilerden biridir. İşgal altındaki vatan topraklarının acısını yüreğinde hisseden, her bir dizesinde özgürlük alevlerini yakan bir kahramandır. "Korkma" diyerek yılmaz bir direnişin fitilini ateşleyen, "Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli." sözleriyle milletinin inancını, değerlerini ve vatan sevgisini en yüce şekilde ifade etmiş ve ızdırap çeken ruhlara umud olacak kelimeleri vücutlara nakş etmiştir.
O, kalemiyle, mücadelesiyle ve duruşuyla milletinin sesi olmuş, her bir şiirinde bağımsızlık aşkını bir destan gibi anlatmıştır. Mehmet Akif Ersoy'un, milletin umudunu diri tutan, özgürlük ve bağımsızlık ateşini her dizesinde daha da alevlendiren mısraları, milli mücadele ruhunu gelecek nesillere aktaran en değerli miraslardan biridir.
Ersoy’un kalemi, o dönemdeki insanların duygularını, çekilen acıları, yaşanan direnişi en etkileyici şekilde yansıtan bir fener gibi yol gösterir. Onun eserleri, geçmişte yaşananları hatırlamak ve geleceğe dersler çıkarmak için birer ışık kaynağıdır. Mehmet Akif Ersoy'un milli mücadeledeki rolü, sadece edebiyat tarihinde değil, aynı zamanda bir milletin direniş ve bağımsızlık ruhunun sembolü olarak sonsuza dek hatırlanacaktır.
Şiirle, vatanla kalın… 
10 ‎Aralık ‎2023 ‎Pazar.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. Yıl Işığı: Bir Milletin Özgürlük ve Gelişim Hikayesi (Türkiye Aktüel, 12 Eki 2024, 15:39)

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk tarafından ilan edildiğinde, Türk milleti için yeni bir dönemin başlangıcını işaret ediyordu. O dönemdeki adıyla Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından, Türk milleti bağımsızlık ve özgürlük arayışına girişti. 100 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti'nin büyük bir başarı hikayesi olduğunu gururla görmekteyiz. Bu başarı Atatürk ve onun silah arkadaşları sayesinde olmuştur.
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte, Türk milleti özgür bir şekilde kendi kaderini tayin etme hakkına sahip oldu. Atatürk ve onun silah arkadaşları, ülkenin bağımsızlığı ve modernleşmesi için büyük bir mücadele verdi. Bu süreçte, milletin tüm kesimleri bir araya gelerek, tek bir amaç etrafında birleşti: Türkiye'nin kalkınması ve ulusal birliğin sağlanması. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilanının ardından, ülke büyük bir değişim ve dönüşüm yaşadı. Ekonomik olarak büyüdü ve modernleşti. Eğitim, kültür, sanat, bilim ve teknoloji alanlarında büyük ilerlemeler kaydedildi. Kadınlar, sosyal ve siyasi haklarına kavuştu ve toplumsal cinsiyet eşitliği için önemli adımlar atıldı. Ülkeler arasında birçok ilke imza atıldı ve kadınlara ayrı bir önem gösterildi. Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılına geldiğimizde ise, ülkemiz büyük bir değişim ve gelişim yaşamıştır. Ekonomik olarak büyüyen Türkiye, uluslararası arenada da söz sahibi bir ülke haline gelmiştir. Bilim, sanat, spor ve teknoloji alanlarında elde edilen başarılar, Türkiye'nin uluslararası düzeydeki etkisini artırmış ve Cumhuriyet ile pekişen genç nesil ilelebet payidar kalacak cumhuriyete sahip çıkmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, Türk milleti demokrasiyi ve insan haklarını koruma konusundaki kararlılığını sürdürmüştür. Zorlu dönemler yaşanmış olabilir, ancak milletin iradesi ve dayanışması, Türkiye'yi daha aydınlık bir geleceğe taşımıştır ve taşımaya da devam edecektir. Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılında, genç nesillerin özgürlük ve demokrasiye olan bağlılığı, ülkenin geleceği için büyük bir umut kaynağıdır. Türk milleti, bu önemli dönüm noktasını coşkuyla kutlayacak ve birlik içinde daha büyük başarılar elde edecektir. Türkiye’de payidar kalacak olan Cumhuriyet coşkusu içsel ve karanlık dünyaların, yol aydınlatıcı ışığı olmuş ve durmadan ilerlemekte olduğumuz bu yolda bizim tek ışık kaynağımız Atatürk ve Cumhuriyet olmuştur. Cumhuriyet fazilettir…
Türkiye Cumhuriyeti'nin 100. yılı, bir milletin özgürlük, bağımsızlık ve gelişim hikayesinin simgesidir. Bu tarihi dönüm noktasında, geçmişin mirasına sahip çıkarak ve geleceği daha aydınlık bir şekilde inşa ederek, Türkiye Cumhuriyeti daha büyük başarılara imza atacaktır. Bu kutlu günü coşkuyla selamlıyor, Atamıza ve silah arkadaşlarına hürmetlerimi sunuyor ve Türk milletine daha nice yılların kutlu ve başarılı olmasını diliyorum.
Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. Mustafa Kemal Atatürk.
7 ‎Ekim ‎2023 ‎Cumartesi.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

cdGörsel Kültürden Tarihsel Bilgiye: Mısır'ın Deşifre Edilişi (Türkiye Aktüel, 19 Eki 2024, 15:25)

 


Öne çıkan görsel, 19. yüzyılın başlarında, Avrupalıların antik Mısır’a olan merakını yansıtan bir sahneyi betimliyor. Avrupa salonlarında Mısır’ın tapınakları, mezarları ve hiyeroglifleri üzerine yapılan tartışmalar ve illüstrasyonların detaylı incelenişini gözler önüne sermekte ve aynı zamanda yapay zeka tarafından oluşturulmuştur. Şimdi asıl konumuza gelelim:
Etrafınıza baktığınızda, muhtemelen her yerde resimler görürsünüz, posterlerden dergi kapaklarına, gıda ambalajlarından reklam panolarına kadar. Bu imgelerin hepsi, farkında olmadan üzerinizde bir etki yaratmayı amaçlar. Örneğin, bir mısır gevreği kutusunun üzerindeki canlı bir görsel, size bu ürünü yemenin sağlıklı ve keyifli olacağını düşündürebilir. Bir derginin kapağındaki çekici fotoğraf ise sizi okumaya davet eder. Görseller, mesajların en güçlü taşıyıcılarından biridir, fakat sanatın kesin bir tanımını yapmak her zaman zordur. 
Avrupa’nın bakış açısına göre, Mısır’ın bilgisi uzun yıllar boyunca yalnızca efsaneler ve mistik anlatılara dayalıydı. Eğitimli Avrupalılar, modern kültür kavramını Rönesans ile birlikte Roma ve Yunan klasiklerine dayandırarak şekillendirmişlerdi. Ancak 19. yüzyılın başlarına gelindiğinde, Mısır’a dair bilgi büyük bir dönüşüm geçirdi. Yüzyıllardır okunamayan hiyerogliflerin deşifre edilmesi ve Avrupalı gezginlerin bu kadim toprakları keşfetmesiyle, Mısır’ın gerçekliği gün yüzüne çıkmaya başladı. 
Bu devrim niteliğindeki gelişmelerin ilki, Napolyon’un 1798-99 Mısır seferinin ardından 1809-1828 yılları arasında yayımlanan, 900 gravür içeren ve başlangıçta on cilt olarak hazırlanan devasa Fransız yayını Description de l'Egypte idi. Bu eser, Mısır’ın tapınaklarını, mezarlarını ve süslemelerini Avrupa kamuoyuna kapsamlı bir şekilde tanıtan ilk ciddi çalışma oldu. İkinci büyük atılım ise, Fransız bilim insanı Jean-Francois Champollion'un, Mısır hiyeroglif yazısını çözüp 14 Eylül 1822’de buluşunu duyurmasıydı. Bu keşif, tek bir olayın ötesinde uzun bir çabanın ürünüydü ve Champollion, ilk konferansını 27 Eylül 1822’de Fransız Akademisi’nde gerçekleştirdi.
Mısır’ın görkemli tarihi böylece sadece antik bir efsane olmaktan çıkıp, somut bir bilgi birikimi haline geldi; Avrupa'nın kültürel merceği de bu yeni keşiflerle genişledi.
Bazı Tablolar:
Şekil 1: Fiona Rae, İsimsiz (sarı), 1990, tuval desteği üzerine yağlıboya, 214×198 cm.
Şekil 2: Gilbert ve George, Ölümden Yaşam Umut Yaşam Korku, 1984, el boyaması fotoğraflar, kağıt üzerine çerçeveli, benzersiz.
Şekil 3: Paula Rego, Hizmetçiler, 1987, tuval arkası kâğıt üzerine akrilik, 214×244 cm.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

  Türkiye Traktör Devrinde (21 Kasım 1955) (Türkiye Aktüel, 21 Eki 2024, 21:36)

Türkiye Traktör Devrinde[1] başlıklı gazete küpüründe The Daly Telegreph’ın hususi muhabiri şunları söylemekte:
Türkiye Amerikan yardımının askeri bakımdan en iyi meyve verdiği memlekettir. Rusya'ya karşı savunma hazırlığı Türkiye'nin birinci ve sürekli meşgalesini teşkil eder. Hükümetteki hiçbir değişiklik askerî hazırlık politikasına tesir etmez. Böyle güvenilir bir müttefike Amerika’nın verdiği 536 milyon sterlin sayesinde yeni ordu ve Hava kuvveti teçhiz edildiği gibi ekonomik modernleşme de kabil olmuştur. Ancak Amerika şimdi tereddüt içindedir, Türkiye’nin iktisadi kalkınma uğrunda bol keseden aşırı sarfiyatı emniyetli görünmüyor. Son zamanlarda 107 milyonluk bir istikraz talebine karşı Amerika, kalkınmanın daha sağlam ve mütevazi bir esasa dayanması lüzumunu, bütçenin denkleştirilmesini, devlet teşebbüslerinin kar getirir bir hale getirilmesini ve çiftçilerin imtiyazlı durumunun biraz kısılmasını ima etmiştir. Ancak böyle bir tavsiyeyi kabul etmektense Türkiye Hükûmetinin yardımdan vazgeçmeyi tercih etmesi için siyasî sebepler vardır. Zira Demokrat Partiyi İktidara getiren, seç-menlerin % 80 'nini teşkil eden çiftçilerdir. Bundan başka Türkler planlarını malî ihtiyatkarlık ve borç ödeme kabiliyeti gibi mülahazalara bağlamak niyetinde değillerdir. 40.000 Traktör yeniden 12 milyon (acre) toprağı sürülebilir bir hale getirmiş ve evvelce hububat ithal eden Türkiye dünyanın dördüncü büyük buğday ihracatçısı olmuştur. Fakat bu istikrarsız başarı havanın yağışlı olmasına ve iyi kaliteden olmayan buğdayın piyasanın istemesine dayanıyordu.
İstikrarlı bir geliri olmayan Türkiye, aşırı para sarfetmesinden ötürü kendisine mal veren bütün Avrupa memleketlerine ve bu arada en çok Almanya, Britanya ve İtalya'ya borçlanmıştır. Türkiye pek yakında ya bazı borçlarını ödemek veyahut ta hayatî ithalatı yapamamak durumuna düşecektir. Tarım ve Münakalatın nusğı hayatı olan petrol için Türkiye İngiliz şirketlerine 7 milyon ve Amerikan şirketlerine 14 milyon sterlin borçludur. Bu şirketler şimdi ancak peşin para karşılığı teslimat yapmaktadırlar. Türkiye’nin karşılaştığı müşküllerden biri de enflasyondur, bol keseden koruyucu fiyatlar sayesinde köylünün cebine eskiden hiç görmediği ölçüde para girmişse de buna tekabül edecek istihsal yapılmadığından Türk lirası itibarî değerinin üçte birine düşmüştür. Alacaklıların sıkıştırması ve Amerika’nın fazla yardım talebini isaf etmemesi karşısında Türkiye, bir iki seneye kadar güçlüklerin atlatılacağını ve yeni kurulan sanayi ile enerji santrallerinin ve yeniden modern aletlerle teçhiz edilen maden ocaklarının semere vermeğe başlayacağını ileri sürmektedir.
Türkiye'de içtimai değişiklikler de vuku bulmaktadır. Hububat ve pamuk mahsullerini pazarlara getiren yeni yollar aynı zamanda köylüyü şehre getirmektedir. Türkiye için yeni olan içtimai bir mücadele başlamıştır. Cibilli olan Rus korkusu Komünizmin ilerlemesine mâni olabilir, fakat yeni proletarya arasında onun gizli maksadını da yerine getirebilir. Serbest düşünen Türk münevveri ile, garplılaşması satıhta kalan köylü arasında da tefrika vardır. Büyük bir memur Kur’an hakkında demiştir ki: "ömrümde hiç Kur’an okumamıştım onu ilk defa Amerika’da iken İngilizce tercümesinden okudum". Bununla beraber köylerde yeni camiler yapılmaktadır ve İstanbul'da kiliseleri yıkanlar "Kahrolsun kafirler" diye bağırmışlardı. Bu içtimai kımıldanışlar başlarken Türkiye hükümeti keskin olarak otoriter bir yola sapmıştır. Eylül kargaşalıklarından sonra örfi idare ilan olunmuş ve tenkitte bulunan gazetelerin ağzı tıkanmıştır. Fakat Halk partisi muhalefeti ve D.P. den âsi bir grup Adnan Menderes’i diktatörlük emeliyle itham ediyor. Hükûmetin, sulh ve sükûn içinde başarılan demokrasiden rücu edeceği endişesi yeni bir liberal hareketin tohumlarını ekebilir. Ancak şimdilik Bay Menderes kuvvetle yerinde durmaktadır. Rusya'ya karşı savunma, Batıya taraftar bir siyaset ve memlekette süratli bir modernizasyon üzerinde esaslı oy birliği mevcut olduğundan idare metotları hususundaki ihtilaflar ikinci planda kalıyor.
[1] Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), İlgili Kurum [534], No. 37610-151067-28.
Görseller
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 

 Sosyal Medya Platformlarının Üniversite Tercihlerine Yönlendirme Gücü (Türkiye Aktüel, 22 Eki 2024, 17:03)

 
Sosyal medyanın üniversite seçim süreci üzerindeki etkisi çok büyüktür ve aday öğrencilerin bilgi toplama ve karar verme biçimlerini şekillendirmektedir. Sosyal medya platformları hem öğrenciler hem de üniversiteler için kritik araçlar olarak hizmet vermekte, algıları ve seçimleri önemli ölçüde etkilemektedir. Aşağıdaki bölümlerde bu etkinin temel yönleri özetlenmektedir.
Bilgi Toplama
  • Öğrenciler, üniversiteler hakkında bilgi toplamak için sosyal medyaya giderek daha fazla güvenmekte ve sosyal medyayı geleneksel web sitelerinden daha erişilebilir ve ilgi çekici bulmaktadır (Mahamad vd., 2024).
  • Sosyal medya, gerçek zamanlı güncellemelere ve etkileşimlere olanak tanıyarak öğrencilerin soru sormasını ve kurumlardan anında geri bildirim almasını sağlamaktadır (Thornton, 2017).
Pazarlama Stratejileri
  • Etkili sosyal medya pazarlama stratejileri, öğrencilerin kurumlara ilişkin algılarını geliştirerek karar verme süreçlerini etkilemektedir (Manullang & Simanjuntak, 2024).
  • Instagram ve Snapchat gibi öğrenciler tarafından tercih edilen platformlarda aktif olarak yer alan üniversiteler, potansiyel başvuru sahipleriyle daha iyi bağlantı kurabilir ve potansiyel olarak kayıtları artırabilir(Thornton, 2017).
Katılım ve Etkileşim
  • Birçok üniversite, sosyal medyadaki kullanıcılarla yeterince etkileşim kuramamakta ve aday öğrencilere sunulan bilgileri sınırlandırmaktadır (Mahamad vd., 2024).
  • Olumlu etkileşim, öğrenciler için bir üniversite seçerken çok önemli olan topluluk ve aidiyet duygusunu teşvik edebilir (Hendrayani vd., 2024).
Sosyal medya üniversite seçimlerini şekillendirmede önemli bir rol oynasa da, akademik itibar ve mali hususlar gibi geleneksel faktörlerin öğrencilerin kararlarını hala büyük ölçüde etkilediğini kabul etmek önemlidir. Bu unsurların dengelenmesi, üniversite seçim sürecinin kapsamlı bir şekilde anlaşılması için çok önemlidir.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 

Siyah-Beyaza Dönen Renkler: Türkiye'nin Bugünkü Manzarası (Türkiye Aktüel, 26 Eki 2024, 16:02) 

"Siyah-Beyaza Dönen Renkler" bir seri yazı olup ilki "Türkiye'nin Bugünkü Manzarası" ismi ile başlamaktadır. Yazılar genellikle yorum olmakla birlikte konu itibari ile kaynakları ile de sunulacaktır.
Türkiye'nin Bugünkü Manzarası
Bir varmış bir yokmuş, gelinen Türkiye'ye bir kuş bakışı bakma zamanı geldi. Şartlar ne olursa olsun "eski" diye yakındığımız ve avunduğumuz o renkler, artık çoktan yerini siyah-beyaza bırakmış durumda. Giderek artan zorlu hayat koşulları, eğitimin sadece ismini kullanarak verdiği kapsül hap şeklindeki manasız öğretiler ve daha niceleri. Saymakla bitmez milyonlarca dert ve bu dert denizinde yüzmeye çalışan Türk halkı. Bugünün Türkiye'si, dışarıdan bakıldığında, sanki her ailenin ve her bireyin hayatı bir dram filmi veya romanı gibi. Ancak bu hikâyeyi yazacak ne Victor Hugo, ne de beyaz perdeye taşıyacak Christopher Nolan var.
Sala serpe yaprak gibi kuruyup dökülen umut, insanların duygusal içtimasına savaş açmış durumda. 7'den 70'e herkesin söyleyecek çok şeyi var ama kimsenin dinlemeye tahammülü yok. 2024 Türkiye'si bozuk bir planör gibi zaman zaman yere alçalsa dahi tekrar havalanabiliyor. Şarkılarından siyasetine, dizilerinden haberciliğine kadar her şeyin cılkı çıkmış, popülerlik adı altında “dimağları doyuran ama ruhları aç bırakan” yüzeysel bir anlayış, artık toplumun tüm katmanlarına işleyerek herkesi ele geçirmiş durumda. Bu son demlerin kendini yenilemesi ümidi ile yaşıyorum, ne de olsa doğa kendini her zaman yeniler, bu her zaman böyle olmuştur: Sümer, Aztek ve Maya uygarlıkları kayda değer örnekler arasında verilebilir. Bugün Türkiye'nin de bu yenilenme sürecine ihtiyacı var. Ancak bu süreç, yalnızca bireylerin değil, tüm toplumun ve hatta küresel bir bilinçlenmenin parçası olmayı gerektiriyor. Belki de kendi "Rönesans"ımızı gerçekleştirmemiz ve umutlarımızı yeşertmemiz gereken zaman gelmiştir; tıpkı kurak bir toprağın, yeterince yağmur aldığında yeniden çiçek açması gibi. Modernite altında bize sunulan ve moda diye nitelendirilen her şey aslında kurgudan ibaret. Devletin baskı organları arasında yer alan “medya” insanların hayatını, fikirlerini şekillendirmekle beraber onların ihtiyaçlarını da düzenlemektedir ki bana kalırsa Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisi bile onlar nezdinde yeniden kurgulanmıştır. Teknoloji ile aşır neşir olmuş yeni nesil, kullandığı aletlerin algoritmasına kaptırdığı bilgiler ile kendi hayatını şekillendirmekte ve ileri yaşamlarının temelini atamamaktadır. Teknolojinin tüm hayatımıza girdiği bu çılgın yaşam dünyasında, teknolojiyi kullanmamak mağaradan çıkamamakla eşdeğer. Lakin Aşırı teknolojiye maruz kalmak insanları bambaşka bir köleliğin içine sürüklüyor. Artık gençler, sosyal medya akışlarında gezinmekle saatler harcarken, gelecekleri için sağlam temeller atmakta zorlanıyorlar (örneğin, bir sınav öncesi YouTube'da eğitici içerikler izlemek yerine saatlerce eğlence videolarıyla vakit harcamak). Daha önceki yazılarımda teknoloji konusuna değinmiştik tekrar ele almaya gerek yok.
Modernitenin getirdiği keyif şekli, 20 yıl öncesi televizyonda Pokemon’a özenip camdan atlayan çocuktan daha tehlikeli hal almaya başladı. Artık bireyler, bilinçaltlarına işlenen yapay mutluluk ve "yapay zekânın" sunduğu çözümlerle kendilerini tatmin ederken, gerçek dünyadan ve gerçek sorunlardan kaçmaya daha eğilimli hale geldiler. Bu kaçış, bireyin ruhsal ve zihinsel gelişimini ciddi şekilde engelleyerek onları “yapay bir insana” dönüştürdü. Çağa uygun eğitimin verilip, bilinçlendiremeyeceği hiçbir şey yok. Çağa uygun, etkili ve kapsamlı bir eğitimin sunulması, gençlerin zihninde oluşan bilgi boşluklarını doldurabilir ve onları bilinçli bireyler haline getirebilir. Ancak eğitim sisteminin güncel problemleri çözemediği gibi, gençlerin geleceklerini daha iyi inşa edebilmeleri için gereken altyapıyı da sağlayamadığı bir ortamda, bu görev daha da zorlaşıyor, umarım bir an önce silkeleniriz.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 

 Romantik Şairin Hayatı: Samuel Taylor Coleridge'in Yaşamı ve Edebi Yolculuğu (Türkiye Aktüel, 6 Kas 2024, 01:48)

Samuel Taylor Coleridge İngiliz Romantik şairlerinin en büyüklerinden biridir. 21 Ekim 1772'de Devonshire'da Rev John Coleridge ve Anne Bowden'ın dokuzuncu ve en küçük oğlu olarak dünyaya geldi. Babası o sekiz yaşındayken öldü ve Temmuz 1782'de Londra'daki Christ's Hospital okuluna girdi ve şehirde yalnızlık çekmesine ve evini özlemesine rağmen seçkin bir klasik bilgini oldu. Coleridge, Cambridge'deki Jesus College'a girdi, ancak derece almadan ayrıldı. Cambridge'de ütopik ve devrimci politikalara ilgi duymaya başladı. 1794'ten sonra Robert Southey ile birlikte Amerika'da "Pantisokrasi" olarak bilinen ütopik bir toplum için planlar hazırladı. Bu plan çöktü, ancak bu sayede Sarah Fricker ile tanıştı ve evlendi, bu evlilik başta mutlu olsa da tam bir başarısızlık oldu. 1798 - 1810 Coleridge geçimini sağlamak için kiliseye girecekti, ancak 1798'de Thomas ve Josiah Wedgwood tarafından kendisine verilen 150 dolarlık yıllık gelir onu şiir yazabilmek için serbest bıraktı. Bu sırada William Wordsworth ile tanıştı ve büyük edebi ortaklık başladı. Wordsworth ve kız kardeşi Somersetshire'daki Nether Stowey'de Coleridge'lerin yanına taşındı. 1798'de ikili, İngiliz şiirinin üslubunda ve konusunda devrim yaratmak üzere tasarlanan Lirik Baladlar'ı yayınladı ve Coleridge en büyük şiirlerini Temmuz 1797 ile Temmuz 1798 arasında yazdı: 'Kubla Khan', 'Frost at midnight', 'Christabel', 'France: an ode' ve 'The rime of the ancient mariner'.
1799'dan itibaren Morning Post için düzenli olarak siyasi makaleler yazmaya başladı. 1800'de Coleridge, Wordsworth'lerle birlikte Göller Bölgesi'ne taşındı ve Lirik Baladlar'ın yeni bir baskısını hazırladılar, ancak Wordsworth 'Christabel'i atladı, bu da Coleridge'in kendine olan güveninin giderek azalmasına yol açtı - başarısız evliliği ve Wordsworth'ün bir arkadaşı olan Sara Hutchinson'a olan aşkı ile birleşen bir sorun. Artık afyon bağımlısıydı ve bu bağımlılık çeşitli yurtdışı gezileriyle daha da derinleşti. 1806'da İngiltere'ye döndü ve sonunda Sarah Fricker'dan ayrıldı. Bu dönemde gazeteciliğe geri döndü ve arkadaşları maddi olarak etrafında toplandı, ancak 1810'da bağımlılığı nedeniyle Wordsworth ile arası açıldı. 1811'den 1815'e kadar Shakespeare ve Milton üzerine son derece başarılı bir dizi ders verdi, başarılı bir oyun çıkardı, Biographia Literaria'da büyük ilerleme kaydetti ve uyuşturucu kullanımını azaltmak için büyük çaba sarf etti.
1816'dan 1834'teki ölümüne kadar Highgate'te Dr. Gillman'ın dostane bakımı altında yaşadı. Highgate'te bir dizi eserini yayınladı, siyasi gazeteciliğe devam etti ve yeni konferanslar verdi. Bu dönemde, 1811'den ölümüne kadar, şiirlerinin yanı sıra ününü sağlayan düzyazı denemelerinin ve felsefi risalelerinin çoğunu yayınladı ve Biographia Literaria'yı tamamladı, ancak tüm felsefi sistemini somutlaştıran Opus Maximum adlı çalışmasını hiçbir zaman bitiremedi.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 

B17 Vitamini Nedir? (Türkiye Aktüel, 7 Kas 2024, 03:33)

B17 vitamini, bilimsel olarak amygdalin veya laetrile olarak bilinen bir bileşendir. Doğal olarak bazı bitkilerde ve meyvelerde bulunan bu bileşen, genellikle kanser tedavisi ile ilişkilendirilmiştir. Ancak, B17 vitamini resmi olarak bir vitamin olarak kabul edilmemektedir ve sağlık üzerindeki etkileri konusunda tartışmalar bulunmaktadır. B17 Vitamini, amigdalinin yapay bir formu olan laetril adlı bir ilacı ifade eder. Amigdalin bazı kabuklu yemişlerde, bitkilerde ve meyve tohumlarında bulunan bir bitki maddesidir. Amigdalin, başta kayısı olmak üzere fındık, bitki ve bazı meyvelerin çekirdeklerinden elde edilen doğal olarak oluşan bir siyanojenik glikozittir. Amigdalin içeren acı bademler, Geleneksel Çin Tıbbında "kan durgunluğunu" gidermek ve apseleri tedavi etmek için kullanılır 
B17 Vitamini Nelerde Var?
B17 Vitamini daha yaygın olarak amigdalin olarak bilinir ve en ünlüsü kayısı çekirdekleri olmak üzere elma, armut, erik ve şeftali çekirdekleri gibi bazı gıdalarda bulunan kimyasal bir bileşiktir. Amigdalinin bu kadar iyi bilinmesinin nedeni, vücutta kısmen siyanüre parçalanabilmesidir, bu da potansiyel olarak toksik olabilir, bu nedenle aşırı amigdalin tüketimi önerilmez. Bununla birlikte, bazı kronik hastalıkların tedavisi için geleneksel ve daha modern tıbbi uygulamalarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Son olarak, okaliptüs yapraklarında ve bambu, bakla, yonca ve maş fasulyesi gibi çeşitli bitkilerin filizlerinde az miktarda amigdalin bulunur. B17 vitaminine doğal kaynaklardan eriştiğinizde, takviye şeklinde kullanmaktan daha güvenli olduğuna inanılmaktadır. 
B17 Vitamini Neden Önemli?
B17 vitamini, bazı sağlık yaklaşımlarında kanser tedavisinde kullanılmak istenen bir bileşendir. Ancak, resmi sağlık otoriteleri ve bilimsel araştırmalar, B17 vitamini ile ilgili iddiaların doğruluğu hakkında genellikle sınırlı ve çelişkili bilgiler sunmaktadır.
Ölçülü alındığında B17 vitamininin potansiyel faydaları arasında kan basıncının düşürülmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi ve diğerlerinin yanı sıra ağrıların hafifletilmesi yer alır. Bağışıklık Sistemi Bu vitaminin sıkı kontrollü kullanımının, özellikle doğal kaynaklardan elde edildiğinde, bağışıklık sisteminizi güçlendirmeye ve çeşitli enfeksiyonları ve rahatsızlıkları önlemeye yardımcı olabileceğine dair bazı kanıtlar vardır.
B17 vitamini, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesine yardımcı olabilir. Sağlıklı bir bağışıklık sistemi, vücudu enfeksiyonlara ve hastalıklara karşı korur. Ancak, bu konuda kesin ve geniş çaplı bilimsel kanıtlar sınırlıdır. B17 vitamini, bazı enzim fonksiyonlarını desteklediği öne sürülmektedir. Bu enzimler, vücutta çeşitli kimyasal reaksiyonları düzenleyebilir ve metabolizma üzerinde etkili olabilir.
B17 Vitamini Gerçekten Bir Vitamin Midir?
İnsanlar genellikle B17'yi bir vitamin olarak adlandırsa da, bu maddenin Amerikan Beslenme Vitaminleri Enstitüsü tarafından Güvenilir Kaynak onayı yoktur. Buna ek olarak, Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) güvenli olarak kabul etmemektedir.
B17 vitamini, bilimsel olarak bir vitamin olarak kabul edilmemektedir. Daha çok amygdalin veya laetrile olarak bilinen bir bileşendir ve sağlık üzerindeki etkileri konusunda yeterli bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Amigdalin, beta-glukozidaz enzimi tarafından bağırsakta benzaldehit, glikoz ve siyanüre metabolize edilir. Amigdalin, prunasin ve mandelonitril oluşturmak için glikoz moleküllerini uzaklaştıran beta-glukozidaz enzimi tarafından metabolize edilir. Bu ayrıca benzaldehit ve hidrosiyanik aside ayrılır, ağızdan tüketildiğinde, amigdalinin, enjekte edilebilir forma kıyasla siyanür toksisitesi üretme olasılığı daha yüksektir. muhtemelen bağırsaktaki mikrofloradan gelen enzimlerin varlığından dolayı, Amigdalinin hidrolizinden elde edilen siyanür sitotoksiktir. Bu etkinin kanserli hücrelere karşı seçici olduğu varsayılmıştır, çünkü normal hücreler siyanürü roduna yoluyla iyi huylu tiyosiyanata dönüştürür.
B17 Vitamini Tüketimi Sağlık Açısından Riskli Midir?
B17 vitamini yüksek miktarlarda tüketildiğinde, özellikle kayısı çekirdekleri gibi kaynaklardan alındığında, toksik etkiler gösterebilir. Bu nedenle, B17 vitamini takviyeleri veya yüksek miktarda tüketimi konusunda dikkatli olunmalıdır. Bazı insanlar kanseri tedavi etmek için laetril alabilir. Ancak birçok uzman, hiçbir araştırmanın etkili bir tedavi olarak desteklemediği ve bunun yerine potansiyel olarak ciddi yan etkilerle ilişkilendirdiği için bileşiği tartışmalı olarak değerlendirmektedir. En önemlisi ise, B17 vitamini almak vücudun zehirli ve tehlikeli bir kimyasal olan siyanür üretmesine neden olabilir.
Hangi Meyvelerde B17 Vitamini Bulunur?
B17 vitamini, özellikle meyve çekirdeklerinde bulunur. Elma, portakal, kayısı ve üzüm gibi meyvelerin çekirdeklerinde bulunabileceği öne sürülmektedir. Ancak, bu meyvelerin B17 vitamini içerdiği iddialarının doğruluğu konusunda daha fazla araştırma gerekmektedir.
B17 vitamini, çeşitli meyvelerin çekirdeklerinde, bazı kuru yemişlerde ve bitkisel gıdalarda bulunur. İşte B17 vitamini içeren bazı besinler:
  • Meyve Çekirdekleri: Elma, kayısı, kiraz, erik ve armut çekirdekleri B17 vitamini açısından zengin kaynaklardır. Ancak, bu çekirdeklerin aşırı tüketimi toksik olabilir. Amigdalin, vücutta siyanüre dönüşebilir, bu da sağlık risklerine yol açabilir.
  • Kuru Yemişler: Acı badem, çiğ fındık, macadamia fıstığı, keten tohumu, darı ve karabuğday gibi kuru yemişler ve tohumlar B17 vitamini içerir. Bu besinler, dengeli bir diyette küçük miktarlarda tüketildiğinde genellikle güvenlidir.
  • Baklagiller: Kuru fasulye, lima fasulyesi, maş fasulyesi, börülce, havuç, kereviz ve fasulye filizi gibi baklagiller ve sebzeler B17 vitamini içerir. Bu besinler, genel beslenme açısından önemlidir ve dengeli bir diyetin parçası olarak tüketilmelidir.
  • Tohumlar: Keten tohumu, darı ve karabuğday gibi tohumlar da B17 vitamini içerir.
  • Sebzeler: Havuç, kereviz ve fasulye filizi gibi sebzelerde de B17 vitamini bulunur.
Bu besinleri tüketerek doğal yoldan B17 vitamini alabilirsiniz. Ancak, özellikle meyve çekirdeklerinin fazla tüketilmesi toksik olabilir, bu yüzden dikkatli olmakta fayda vardır. B17 vitamini, vücutta siyanüre dönüşebilen amigdalin içerdiği için aşırı tüketimi toksik olabilir. Bu durum, özellikle meyve çekirdeklerinin aşırı miktarda tüketilmesinde belirginleşir. Sağlık profesyonelleri, özellikle büyük miktarlarda çekirdek tüketilmesinin sağlık risklerini artırabileceğini ve bu nedenle dikkatli olunması gerektiğini belirtmektedir. Beslenme alışkanlıkları düzenlenirken, herhangi bir sağlık sorununu önlemek için profesyonel sağlık danışmanlarının önerilerini dikkate almak faydalı olacaktır.
  • Kaynakça
  • Amygdalin | Memorial Sloan Kettering Cancer Center. (2021, Temmuz 7).
  • https://www.mskcc.org/cancer-care/integrative-medicine/herbs/amygdalin
  •  B17 vitamini hangi yiyeceklerde vardır? B17 vitamini eksikliğinde ne olur? (t.y.). Geliş tarihi 19 Temmuz 2024, gönderen
  • https://www.cnnturk.com/ajanda/b17-vitamini-hangi-yiyeceklerde-vardir-b17-vitamini-eksikliginde-ne-olur
  • B17 Vitamini Nedir, Hangi Besinlerde Bulunur? (2023, Ekim 5). Supplementler.
  • https://www.supplementler.com/bilgi-bankasi/B17-nedir-hangi-besinlerde-vardir
  • B17 Vitamini Nedir, Ne İşe Yarar? B17 Vitamini Hangi Yiyeceklerde Bulunur? - En Son Haberler—Milliyet. (t.y.). Geliş tarihi 19 Temmuz 2024, gönderen
  • https://www.milliyet.com.tr/egitim/b17-vitamini-nedir-ne-ise-yarar-b17-vitamini-hangi-yiyeceklerde-bulunur-6460081
  •  B17 Vitamini Nedir, Nelerde Var? Yüksek Değerli 6 Besin—Nefis Yemek Tarifleri. (t.y.). Geliş tarihi 19 Temmuz 2024, gönderen
  • https://www.nefisyemektarifleri.com/blog/b17-vitamini-nelerde-var/
  •  Diastole vs. systole: What is the difference? (2018, Nisan 10).
  • https://www.medicalnewstoday.com/articles/321447
  •  Ensonhaber. (2023, Ocak 31). Eksikliği kanser yapıyor: B17 değeri yüksek 13 besin. Ensonhaber.
  • https://www.ensonhaber.com/bilgi/eksikligi-kanser-yapiyor-b17-degeri-yuksek-13-besin
  •  Scientifically Proven Benefits of Vitamin B17 (Amygdalin). (2018, Ocak 9). Organic Facts.
  • https://www.organicfacts.net/vitamin-b17-amygdalin.html
  •  Vitamin B17: Foods, benefits, and side effects. (2021, Temmuz 29).
  • https://www.medicalnewstoday.com/articles/b17-vitamin
  • What is vitamin B17 (laetrile, amygdalin)? - Ask The Scientists. (t.y.). Geliş tarihi 19 Temmuz 2024, gönderen
  • https://askthescientists.com/qa/what-is-vitamin-b17-laetrile-amygdalin/
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 

Din Görevlisi Nedir? (Türkiye Aktüel,  9 Kas 2024, 18:28)

Din Görevlisi Ne Demek?
Din görevlisi, dini kurumlarda hizmet veren, topluma dini bilgiler aktaran ve manevi rehberlik sunan kişidir. Cami, mescit, medrese gibi dini mekânlarda görev alır ve cemaatin dini vecibelerini yerine getirmesine yardımcı olur. Din görevlisi, toplumun dini ve ahlaki değerlerini korumak ve yaymakla sorumludur. Din görevlileri , topluma önder ve örnek olmanın yanı sıra cemaatin hizmetinde olmayı vurgulayan kişilerdir. Din görevlilerinin, cemaatin her konuda önünde yer alarak önderlik ettiği, halkın onları örnek aldığı ve her konuda danışılan kişiler olduğu belirtilir. Din görevlileri, insanların manevi hastalıklarına çare arayan doktorlar gibi ve cemaatin yardımına koşan hizmetçiler gibidir. Ayrıca, din görevlileri, peygamberlerin varisleri olarak saygı duyulan ve etraflarındaki insanlara dini bilgiler sunarak fayda sağlayan kişiler olarak tanımlanır. Onlar, toplumun imanını ayakta tutan bel kemiği ve herkesin ayıbını örten toprak gibidir. Din görevlileri, ümmetin derdiyle dertlenen ve güvenle gölgelerinde dinlenilen çınarlar gibidir. Dini temsil eden peygamber varisleri olarak, su gibi dini hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır ve değerli pırlantalar gibi görülürler. Din görevlileri, güvenilirlikleri ve doğruluklarıyla da tanınır.
Din Görevlisi Maaş
Din görevlilerinin maaşları, görev yaptıkları kuruma ve bulundukları yere göre değişir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak çalışan din görevlileri, devlet memuru statüsünde oldukları için maaşları da devlet tarafından belirlenir. Görev yapılan yerin büyüklüğü, görev süresi ve kademesi maaş üzerinde etkili olur. Genellikle, şehir merkezlerinde görev yapan din görevlilerinin maaşları, kırsal kesimlerde görev yapanlara göre daha yüksek olabilir. Ayrıca, ek dersler ve ekstra görevler maaşın artmasını sağlar. 3 Ocak günü TÜİK'in son enflasyon verilerini açıklaması ile memur maaşlarına yapılacak zam oranı da netlik kazandı. Böylece 2024 yılı için geçerli din görevlisi maaşları belli oldu. Aralık ayı enflasyon rakamlarına göre, aylık yüzde 2,93 ve yıllık yüzde 64,77 artış gerçekleşti. 1’e 4 derecesinde görev yapan bir vaizin maaşı, Temmuz 2023'te 27.620 TL seviyesindeydi. 2024 yılı zammıyla birlikte bu maaş 41.222,85 TL seviyesine yükseldi. 1/4 derecesinde görev yapan imamların maaşı, Temmuz ve Aralık 2023 ayları arasında 14.791 TL olarak kaydedilmişti. 2024 yılı için yeni maaş oranları ise enflasyon ve zam oranlarına göre belirlendi. Müezzin maaşlarına dair spesifik bir rakam belirtilmemiş olsa da, genel memur maaş zammı göz önünde bulundurulduğunda, müezzin maaşlarının da benzer oranlarda arttığını söylemek mümkün.
Din görevlilerinin maaşları, devlet memuru statüsünde oldukları için enflasyon ve ekonomik göstergelere bağlı olarak düzenli olarak güncellenir. Bu güncellemeler, vaiz, imam ve müezzin gibi din görevlilerinin maddi koşullarını iyileştirmeyi hedefler.
Din Görevlisi Alımı
Din görevlisi alımları, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından belirli dönemlerde yapılır. Alım süreçleri, yazılı ve sözlü sınavları kapsar. Adayların İmam Hatip Lisesi veya ilahiyat fakültesi mezunu olmaları gereklidir. Sınavlarda başarılı olan adaylar, ihtiyaç duyulan bölgelere atanır. Başvuru şartları ve tarihlerine dair bilgiler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi internet sitesinde ilan edilir. Örneğin, 2020 yılında yaklaşık 9,500 din görevlisi alınmıştır. 2020 yılında kadın din görevlisi sayısı 20,000'in üzerindedir ve artmaktadır.
Din Görevlisi Ne İş Yapar?
Din görevlisinin başlıca görevleri ve sorumlulukları şunlardır:
  • Namaz Kıldırmak: Beş vakit namazı kıldırır.
  • Vaaz ve Hutbe Vermek: Cuma namazları ve bayramlarda vaaz ve hutbe verir.
  • Kuran Öğretmek: Kuran kurslarında ve camilerde Kuran-ı Kerim okumayı öğretir.
  • Dini Törenleri Yönetmek: Nikah, cenaze gibi dini törenleri yönetir.
  • Manevi Rehberlik: Cemaat üyelerine manevi rehberlik sağlar.
  • Dini Bilgiler Aktarmak: Din dersleri ve sohbetler düzenleyerek dini bilgileri aktarır.
Din Görevlisinin Nitelikleri
Din görevlisinin sahip olması gereken nitelikler şunlardır:
  • Eğitim: İlahiyat eğitimi almış veya İmam Hatip Lisesi mezunu olmak.
  • Dini Bilgi: Kuran-ı Kerim’i düzgün okumak ve dini bilgiler konusunda yetkin olmak.
  • İletişim Becerisi: İyi iletişim becerilerine sahip olmak.
  • Hoşgörü ve Sabır: Hoşgörülü ve sabırlı bir yapıya sahip olmak.
  • Toplum Hizmeti: Toplumun manevi ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve hizmet etmeye gönüllü olmak.
Din Görevlisi Kime Denir?
Din görevlisi, dini kurumlarda hizmet veren, topluma dini bilgileri aktaran ve manevi rehberlik sunan kişiye denir. Cami, mescit, medrese gibi dini mekânlarda görev alır ve cemaatin dini vecibelerini yerine getirmesine yardımcı olur. Din görevlileri, dini ve ahlaki değerleri yaymak ve korumakla sorumludur.
Din Görevlisi Kimdir?
Din görevlisi, toplumun dini ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak üzere görev yapan kişidir. İmam, müezzin, vaiz gibi ünvanlara sahip olabilirler. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak çalışan din görevlileri, devlet memuru statüsünde bulunur ve dini hizmetleri yürütür. Bir din görevlisi, dini hizmetlerin yürütülmesinde görev alan kişidir. Osmanlı döneminde bu görev, meşihat makamı ve ona bağlı kurumlar tarafından yürütülürdü. Cumhuriyet döneminde ise bu görevler Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından devr alınmıştır. Din görevlileri, fetva verme, irşad (dini nasihat) ve tebliğ (dini bilgiyi yayma) hizmetlerini yerine getirirler. Ayrıca cami ve mescitlerde ibadetlerin düzenli bir şekilde yapılmasını sağlarlar.
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan din görevlileri, Din İşleri Yüksek Kurulu ve taşradaki müftülükler aracılığıyla din hizmetlerini yürütmektedirler. Görevleri, laiklik ilkesine uygun olarak, halkın dini ihtiyaçlarını karşılamak ve dini bilgi konusunda rehberlik yapmaktır.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

InstagramLinkedIn

 


Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (Türkiye Aktüel, 25 Kas 2024, 16:37)


Kadın ve Erkek eşitliği yahut tartışması geri kalmış ülkelerin başvurduğu siyasi sömürü argümanıdır.
Eşitlik söz konusu olunduğunda adalet ve hukuk yönünden kadın ve erkeğin eşit olması GEREKMEKTEDİR!
Çünkü adalet cinsiyet ile bağdaşamaz. Adaletin rayında düz bir şekilde ilerlemediği bir Dünya’da bu gibi “sözde feminist” düşünceler sadece kavramsal boyutta ilerleyişini sürdürebilir.
Kadın ve erkek arasındaki bu eşitsizlikler, derin köklü kültürel ve sosyal normlardan kaynaklanmaktadır. Toplumsal cinsiyet rollerinin katı şekilde belirlenmesi, bu eşitsizliklerin devam etmesine neden olmaktadır.
Bu sorunun üstesinden gelmek için, eğitimden başlayarak, cinsiyet eşitliği konusunda farkındalığı artırmak önemlidir. Bilimin ve eğitim ile yoğrulmadan bir arpa boyu yol alamayacağımızı artık anlamamız gerekiyor. Çünkü Dünya değişiyor, yeni sorunlar yeni fikirler doğuyor. Bilimsel ilerlemeye adapte olamazsak yok olur gideriz. Fikri yönden yerimizde saydığımız tartışmaları sadece "eğitim" ile çözebiliriz. Eğitimsizlik düzeyinin fazla olduğu ülkeler de kadınlara yönelik istismar daha çok ön plandadır.
CEİD Endeksine göre 86.3 skor ile Norveç, toplumsal cinsiyet eşitliğinin en fazla hayata geçtiği ülke iken, Güney Kore 55.1 ile en eşitsiz ülke olmuş. Türkiye, 36 ülke arasında 56.5 endeks değeriyle 35. sırada yer almakta. İlk 3 ülke, Norveç, İsveç, Avusturalya iken, sıralamadaki son 3 ülke Japonya, Türkiye ve Güney Kore. 2018 ve 2020 arası şiddetsiz yaşam hakkı açısından bakıldığında Türkiye, çocuk, erken yaşta ve zorla evliliklerin oranı ve fiziksel şiddete maruz kalma oranlarının yüksekliği ile 36 ülke arasında 34. sıraya yerleşmiş. Kadına yönelik erkek şiddeti tüm dünyada büyük bir sorun. OECD verileri “hayatlarından en az bir kere eşi veya sevgilisinin fiziksel ve/veya cinsel şiddetine maruz kalan kadınların oranını” gösteriyor. Resmi verilere göre gerek Avrupa ve OECD ülkeleri gerekse G20 üyeleri arasında kadına şiddetin en yüksek olduğu ülke Türkiye. Öte yandan, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun raporuna göre 2021 yılında Türkiye’de 280 kadın cinayeti yaşanırken 217 de şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında önemli olan bakım ve destek hizmetlerinin sunumu da, eşitlik birimlerince incelenmiş ve, belediyeler tarafından hazırlanan Stratejik Planlar ile Yerel Eşitlik Eylem Planları tarafından, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği çerçevesinde gözden geçirilerek şu sonuçlar çıkarılmıştır;
• 30 Büyükşehir Belediyesinin, 12’sinde Kadın Danışma Merkezi hizmeti verilmekte olduğu görülmüş.
• 30 Büyükşehir Belediyesinin 11’i Kadın Sığınmaevi hizmeti vermekte olduğu görülmüştür.
IPU-UN Women 2023 haritasına göre dünya genelinde daha fazla kadın politikada karar alma süreçlerine katıldı fakat toplumsal cinsiyet eşitliği hala sağlanamadı. 1 Ocak 2023 itibarıyla ülkelerin %11.3’ünde devlet başkanı kadınlar varken, %9.8’inde hükümet başkanı kadın bulunuyor (193 ülkenin 19’u). 10 yıl önce bu rakamlar sırasıyla %5.3 ve %7.3 idi. Tüm bölgeler arasında Avrupa, kadınların siyasete katılımının çoğunlukta olduğu en fazla sayıda ülkeye sahip olmaya devam ediyor.
Daha fazla bilgi sahibi olmak isterseniz yukarıdaki, QR kodu okutarak, Kadın İçin Eşitlik Bakış Açısının Ana Plan ve Politikalara Yerleştirilmesi Eğitim El Kitabı'na ulaşabilirsiniz. Aşağıdaki QR kod ise 2021 yılının Toplumsal Cinsiyet Eşitliği kitabınındır.
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

 İnsan Genomu ve Genetik Hastalıkların Tanısındaki Rolü (Türkiye Aktüel 18 Kas 2024, 02:30)

İnsan genomu, genetik yapımızın ve bu yapının sağlık üzerindeki etkilerinin anlaşılmasında büyük önem taşır. Genetik hastalıkların tanısı ve tedavisinde genom bilgisi, kişiselleştirilmiş tıp uygulamalarının temelini oluşturur. Bu makalede, insan genomunun genetik hastalıkların tespiti ve tedavisine olan etkisi derinlemesine incelenmiştir.
İnsan genomu, her biri milyarlarca baz çiftinden oluşan 23 çift kromozomdan meydana gelir. Bu genetik harita, kalıtsal hastalıkların ve genetik yatkınlıkların anlaşılmasında ve çözülmesinde kritik öneme sahiptir. Genetik varyasyonların, bireylerin hastalıklara yatkınlığını nasıl etkilediği ve bu bilgilerin kişiselleştirilmiş tıp uygulamalarında nasıl kullanıldığı geniş bir araştırma alanıdır.
Genetik Hastalıkların Tanısında İnsan Genomunun Rolü:
İnsan genomu, genetik hastalıkların kökenlerinin bulunmasında önemli bir kaynaktır. Örneğin, BRCA1 ve BRCA2 genlerindeki mutasyonlar, meme ve yumurtalık kanserine yatkınlığı artırırken, CFTR genindeki bozukluklar kistik fibrozis gibi hastalıklara sebep olur. Dosyadan elde edilen bilgilerde, genetik mutasyonların çok çeşitli hastalıklara yol açtığı görülmektedir: beyin tümörlerinden otoimmün hastalıklara, genetik anemilerden metabolik bozukluklara kadar geniş bir yelpazede etkiler tanımlanmıştır.
Tıbbi ve Teknolojik Gelişmeler:
Genom dizileme teknolojilerindeki hızlı ilerlemeler, bireylerin genetik yapılarının detaylı analizini mümkün kılmıştır. Bu gelişme, kişiye özel tedavi planlarının oluşturulmasını sağlayarak modern tıpta devrim niteliğinde yeniliklere öncülük etmiştir. Genetik bilginin teşhis ve tedavi süreçlerinde kullanılması, erken tanı ve önleyici tedavi yaklaşımlarının gelişmesine de imkan tanımaktadır. Örneğin, belirli genetik belirteçlerin taranması, kanser gibi hastalıkların erken teşhisinde ve genetik risklerin yönetiminde etkili olmaktadır​.
Genetik Bilginin Etik ve Toplumsal Boyutları:
Genetik bilginin kullanımı, beraberinde etik ve toplumsal sorumlulukları da getirmektedir. Genetik verilerin mahremiyetinin korunması, bu bilginin kötüye kullanılmasını engellemek için büyük önem taşır. Toplumsal açıdan, genetik bilginin doğru ve etik kurallar çerçevesinde kullanılması gerekmektedir. Bu, genetik araştırmaların kamu yararına olmasını ve bireylerin sağlık durumlarını iyileştirmeyi hedefleyen çalışmaları destekler niteliktedir.
İnsan genomu üzerine yapılan araştırmalar, genetik hastalıkların teşhisi ve tedavisinde çığır açıcı yenilikler sunmaktadır. Bu araştırmalar, bireylerin genetik yapılarına dayalı kişiselleştirilmiş tıp uygulamalarının geliştirilmesine öncülük etmektedir. Gelecekte, genom biliminin daha geniş uygulama alanlarına yayılması ve etik ilkeler doğrultusunda ilerlemesi, toplum sağlığını ve bireylerin yaşam kalitesini artıracaktır.
Kaynak: 
National Center for Biotechnology Information. (t.y.). Geliş tarihi 17 Kasım 2024, gönderen https://www.ncbi.nlm.nih.gov/
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ

Uskumru Faydaları (Türkiye Aktüel 11 Kas 2024, 08:00)


Balık yemek dengeli bir beslenme için önemlidir ve uskumru balığı en yaygın olarak bulunan ve en sağlıklı balıklardan biridir. Bununla birlikte, uskumruyu diyetinize eklemeden önce, nereden geldiklerini ve hangi sağlık yararları ve olası yan etkileri taşıdıklarını bilmek önemlidir. Uskumru balığı aslında çoğu Scombridae familyasına ait olan 30'dan fazla balık türünü kapsayan genel bir terimdir. Dünyanın birçok yerinde uskumru balıkları bangada olarak bilinir. Bu balıklar tipik olarak üredikleri ve beslendikleri kıyı bölgelerinin yakınında bulunur ve menzilleri hem tropikal hem de ılıman bölgeleri içerir.
Uskumru genellikle ton balığı ile karşılaştırılan bir balıktır çünkü birçok özelliği paylaşırlar - her ikisi de sert bir dokuya sahip büyük yağlı balıklardır ve genellikle yağda paketlenir ve konserve edilirler. Bu iki balık aynı Scombridae familyasının üyeleridir, ancak uskumru daha küçük bir balıktır ve daha kısa ömürlüdür. Uskumru ton balığından daha yağlıdır ve daha zengin ancak daha hafif bir tada sahiptir. Uskumru yüksek protein içerir ve omega-3 yağ asitleri sağlar. Hafif tadı, daha fazla balık tüketmek istiyor ancak bazı balıkların güçlü tadını sevmiyorsanız diyetinize harika bir katkı sağlar.
Faydaları
Uskumru türleri omega-3 yağ asitleri açısından zengin olmasının yanı sıra yüksek oranda B12 vitamini (günlük ihtiyacınızın yaklaşık %700'ü) içerir . Selenyum, bakır, fosfor, magnezyum ve demir gibi mineraller içerebilir. Daha az miktarda A vitamini, potasyum, çinko ve sodyum içerebilir. Fileto başına 230 kalorinin yanı sıra - ortalama 100 gram - günlük gerekli alımınızın kabaca %40'ını temsil eden 21 gram protein de vardır.
  • Omega-3 Yağ Asitleri: Uskumru, omega-3 yağ asitleri bakımından zengindir. Bu yağ asitleri, kalp sağlığını korumaya yardımcı olur, inflamasyonu azaltır ve beyin fonksiyonlarını destekler.
  • Protein Kaynağı: Yüksek protein içeriği sayesinde kas gelişimi ve onarımı için önemli bir besin kaynağıdır.
  • Vitamin ve Mineraller: Uskumru, D vitamini, B12 vitamini ve selenyum gibi birçok önemli vitamin ve mineral içerir. Bu besin maddeleri, bağışıklık sistemini güçlendirir ve genel sağlık için önemlidir.
  • Kolesterol Seviyelerini Düşürme: Düzenli olarak uskumru tüketmek, kötü kolesterol (LDL) seviyelerini düşürebilir ve iyi kolesterol (HDL) seviyelerini artırabilir.
  • Antioksidan Özellikler: İçeriğindeki antioksidanlar, vücuttaki serbest radikallerle savaşarak hücre hasarını önlemeye yardımcı olabilir.
  • Kemik Sağlığı: D vitamini içeriği, kalsiyum emilimini artırarak kemik sağlığını destekler.
  • Kalp Sağlığı: Omega-3 yağ asitleri, kan basıncını düşürerek ve kalp ritmini düzenleyerek kalp sağlığını korur.
  • Cilt Sağlığı: Omega-3 yağ asitleri ve diğer besin maddeleri, cildin nemli ve sağlıklı kalmasına yardımcı olabilir.
Uskumru balığının sağlığa faydaları arasında saç sağlığının iyileştirilmesi, cildin korunması, yaşa bağlı maküler dejenerasyonun önlenmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi, kolesterol seviyelerinin düşürülmesi, kronik hastalıkların önlenmesi ve kemik sağlığının iyileştirilmesi sayılabilir.
Cilt Bakımı
Bol miktarda omega-3 yağ asidi ve selenyum içeren uskumru balığı muhtemelen tüm cilt bakımı ihtiyaçlarınızı karşılayabilir. Bu maddeler vücutta antioksidan görevi görebilir ve muhtemelen oksidatif stresi ve hücresel metabolizmanın doğal yan ürünleri olan serbest radikallerin etkilerini azaltmaya yardımcı olabilir. Ayrıca kırışıklıkların ve yaşlılık lekelerinin görünümünü azaltmaya ve sedef hastalığı ve egzama gibi bazı iltihaplı durumları hafifletmeye yardımcı olabilirler.
Saç Bakımı
Uskumru balığında bulunabilecek protein, demir, çinko ve omega-3 yağ asitleri gibi saç bakımı için kritik olan birçok besin maddesi vardır. Beslenmenizde bu besinlerin düzenli olarak yer alması saçınızın parlaklığını ve görünümünü iyileştirmeye yardımcı olurken, aynı zamanda saç tellerini güçlendirir ve kepek gibi saç derisi rahatsızlıklarının etkilerini azaltır.
Bağışıklığı Artırabilir
Düşük C vitamini seviyesine sahip olmasına rağmen, uskumru balığı bağışıklık sistemi üzerindeki etkileri nedeniyle hala övülmektedir. Koenzim Q10, enfeksiyonların önlenmesi ve vücudun oksidatif strese karşı savunmasının güçlendirilmesi ile yakından ilişkili olan uskumru balığındaki benzersiz elementlerden biridir. Omega-3 yağ asitlerinin de bağışıklık sistemini gereksiz yere zorlayabilen iltihaplanmayı muhtemelen azalttığı bilinmektedir.
Kemik Mineral Yoğunluğunu Artırabilir
Uskumru balığında, muhtemelen bakır, selenyum, magnezyum, manganez, kalsiyum ve demir de dahil olmak üzere, hepsi kemik yoğunluğu ile bağlantılı olan birçok mineral vardır. Bu balığı düzenli olarak tüketerek osteoporozun başlamasını önleyebilir, yaşlandıkça genç ve güçlü hissetmenizi sağlayabilirsiniz.
Kilo Vermeye Yardımcı Olabilir
Uskumru balığı fileto başına yaklaşık 250 gibi yüksek bir kalori seviyesine sahip olsa da, metabolizmayı uyarmaya yardımcı olabilecek büyük miktarda protein sağlayabilir. Yüksek proteinli gıdalar aynı zamanda doyurucudur, bu da aşırı yemeyi önlemeye yardımcı olabilir ve sizi gün için kalori sınırlarınız içinde tutabilir.
Diyabetin Kontrolüne Yardımcı Olabilir
Uskumruda bulunanlar gibi tekli doymamış yağ asitleri, The American Journal of Clinical Nutrition tarafından yapılan bir araştırmaya göre kan şekerinin daha fazla düzenlenmesi ve vücuttaki insülin direnci ile bağlantılı olabilir. Bu, kan şekeri seviyenizi kontrol altında tutabileceğinden, şeker hastaları ve yüksek risk altında olanlar için mükemmel bir haberdir.
Maküler Dejenerasyon Riskini Azaltabilir
Araştırmalar, uskumru gibi omega-3 açısından zengin balıkların gözleriniz için en iyi besin olabileceğini göstermektedir. Genellikle diyabetik retinopatiye yol açan diyabet nedeniyle gözlere verilen zararı önleyebilir. Çalışmalar ayrıca körlük ve diyabet arasında bir bağlantı olduğunu göstermiştir, çünkü bu ikisi el ele yürüyebilir.
Vitaminler ve Mineraller Bakımından Uskumru
Uskumru mükemmel bir B-12 vitamini kaynağıdır. Bir porsiyonu 8.71µg sağlar, bu da yetişkinler için önerilen günlük miktarın çok daha fazlasını alacağınız anlamına gelir. Uskumru ayrıca niasin, demir, B6 vitamini, riboflavin, magnezyum, fosfor, folat ve selenyum sağlar. Uskumru aynı zamanda iyi bir D vitamini kaynağı olabilir. Sütün yanı sıra yağlı balıklar da genellikle bu besin için iyi bir kaynak olarak lanse edilir. USDA verilerine göre, bir porsiyon uskumru 643 IU içerir. Ulusal Sağlık Enstitüleri, genellikle güneş ışığına maruz kalma yoluyla elde edilen 600 IU D vitamini almamızı önermektedir.
Araştırmalar , kalp için sağlıklı çoklu doymamış yağların (omega-3 yağ asitleri DHA ve EPA dahil) kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığını ve ölüm oranını azaltmaya yardımcı olabileceğini göstermiştir. Birçok çalışma ayrıca balık yağı takviyelerinin diğer kolesterol türlerini yükseltmeden trigliseritleri düşürmeye yardımcı olabileceğini göstermiştir. Kalp hastalıklarının önlenmesi için bazı sağlık uzmanları koroner kalp hastalığı olanların önemli omega-3'leri yeterince alabilmeleri için balık yağı takviyesi almalarını önerebilir. Ancak Amerikan Kalp Derneği sağlıklı bireylerin haftada en az iki kez balık tüketmelerini ve mümkün olduğunda yağlı balıkları tercih etmelerini önermektedir. Uskumru, kuruluşun öneri olarak listelediği bir balık türüdür, içerdiği vitaminler sayesinde bir insanın günlük vitamin ihtiyacını oldukça karşılamaktadır. Aynı zamanda Uskumru, beslenme eksikliklerinden kaynaklanan aneminin önlenmesi için iyi bir beslenme temeli sağlayabilir.
USDA verilerine göre 3,5 onsluk bir porsiyon (100 gram) çiğ Atlantik uskumrusu 205 kalori, 13,9 g yağ, 90 mg sodyum, 19 g protein içerir ve karbonhidrat, lif veya şeker içermez.
  • Kalori: 205
  • Yağ: 13.9g
  • Sodyum: 90mg
  • Karbonhidrat: 0g
  • Lif: 0g
  • Şeker: 0g
  • Protein: 19g
  • Magnezyum: 76mg
  • Potasyum: 314mg
  • Selenyum: 44.1µg
Yazar: Umut ÇETİNBAŞ
Diğer yazılar için TIKLAYINIZ
InstagramLinkedIn


Teknolojinin Demir Kafesi (Türkiye Aktüel 30 Kas 2024, 23:43)


Demir kafes içerisinde bulunan sosyal medya yahut teknoloji bağımlılığı, insanları gerçek Dünya’yı görmelerine engel olmaktadır. İnsanları bir kobay faresi gibi kullanır ve onların ilgi alanlarına göre verileri altın tepside insanlara sunar. İnsanlar bu veriler ile gerçek Dünya’daki renkleri görmez olurlar ve teknolojinin bu büyük manipülasyon ağına düşerek siyasi yahut haberler ile Dünya görüşleri değişmektedir. Sosyal Medya’nın başarısı tamimiyle insan öngörüleri ile şekillenen bir nevi yapay zekâ algoritmalarıdır. Düşünceleri ve görüşleri değiştirerek onları içe dönük bir hal takınmalarını sağlar. O sebepledir ki İnternette gezindiğimiz ücretsiz yerlerin bile bir reklam iş birliği içerisinde ücrete tabii tutulduğu realitesi de söz konusudur. Hülasa internette hiçbir şey bedava değildir.
Sosyal Medya, insanlara karşı manipülasyon bir psikoloji kullanır ve bu konuda oldukça başarılıdır, bir nevi dijital bir emzik gibi insanları kendine bağımlı bırakan teknoloji aynı zamanda bir siyasi sömürü argümanı olaraktan da kullanılmaktadır. Bu siyasi argümanın en etkin ayağı ise “ikna” tarafıdır. Öyle olacak ki Twitter da yalan haberlerin, doğru haberlere oranla yayılma hızı tam 6 kat fazladır. Teknolojinin doğru bir şekilde kullanabilmesi için insanın önce “olgunlaşması” gerekmektedir. Bu olgunlaşma “düşüncesel” ve “bilimsel” olmalıdır aksi takdirde prangalarından kurtulamamış koyundan başka bir şey değildir. Teknoloji değişen Dünya’da gerekli bir araçtır, medeniyetin vazgeçilmez bir parçasıdır. Örnek olarak gösterilebilecek araçlardan “Telefon” ile bir nevi elektronik ortamda milyonlarca kitabı bir arada tutan e-kütüphane’den başka bir şey değildir. İnsanlar bu gibi araçları “bilim” ve “insani yarar” balımdan kullanmalıdır aksi takdirde bir ottan farkı olmaz! Değişen Dünya’da teknoloji insanlığın her yerindedir. İnsanlığa yararının daha çok olduğu kanısındayım çünkü bu de facto bir süreçtir.
Teknoloji bilinçlendirme/öğretilme hareketleri yapılarak, doğru kullanımı sağlanılabilir. Hayatın vaz geçilmez bir öğünü olan teknolojik araçlar, tıpkı insanın hayatının vaz geçilmez bir parçası olan yiyecekleri daha sağlıklı hale getirmek için yapılan bir spor gibi “eğitimlerini” alarak, yanlış giden süreçleri yoluna koyabilirler. Alman Sosyolog Max Weber’in Modern toplumların yapısını betimlerken kullandığı “demir kafes” terim, teknoloji bağımlılığını açıklamak için kullanılabilecek metaforlardandır. Kütüphanede bir kitap aramak veya ulaşamayacağımız kitaplara elimizin altındaki teknolojik aletten ulaşmak kadar keyif verici bir haz yoktur. Sadece kitap anlamında değil, yapay zekâ destekli “translate” araçları ile doğru bir şekilde ana diliniz dışında çoğu dillerin çevirisini yapmakta ve de yabancı kaynaktaki eserleri, ana dilinin çevirisi ile okunabilmektedir. Teknoloji bir gün sorun olacaksa da bu sadece ve sadece “bilgisiz”, “düşüncesiz” insanların yüzünden olacaktır. Teknoloji yahut Yapay Zeka, insanlığın sonunu getirecek mi bilmiyorum ama “bilimin” ve “insanlığın” gelişmesinde önemli başarılara imza atacaktır ve de atmıştır da… Önemli olan ve de öğrenilmesi gereken şey teknolojideki “idare” kavramının insana ait bir şey olduğudur. Tek tuşla kullandığımız teknolojilerin ömrünü sonlandırabilir onları “kapatabiliriz”, onlara “hükmedebiliriz “ve bu sadece gelişmiş olan insan zihninin ürünü olarak yapılabilir. Şahsi fikrim tıpkı evlilikte de olduğu gibi bir teknolojik alet kullanımında da insanlara belli sorulardan oluşan “sınav” uygulamasının yapılmasıdır. Tabii bu sadece teknolojik alet veya da evlilik için değil ülke kaderini belirleyen “seçimler” için de uygulanması gereken bir realist yaklaşımdır. Hülasa her şeyde olduğu gibi teknoloji de bilinçsiz kullanıcılar yerine bilinçli kullanıcıların eline geçmeli ve de “küresel sermayenin” bir oyuncağı olmamalıdır. Bilimle harmanlanarak gitmeli ve de öyle kullanılmalıdır.

Felsefi Evrim (Aşurelik.com, 22 Kasım 2024)

İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren çevresindeki dünyayı anlamlandırmaya çalışmıştır. Bu çaba, hem bilimsel keşiflerin hem de felsefi düşüncenin temelini oluşturur. Charles Darwin’de bu anlamlandırma düşüncesinden yola çıkarak Galápagos Adaları’nda “anlamlandıramadığı türlerin sürekliliği” üzerinde kafa patlatmıştır. Darwin’in 1859’da Türlerin Kökeni’ni yayınlamasından bu yana, evrimsel düşünce insan kültüründe yavaş yavaş yayılmıştır. Theodosius Dobzhansky’nin “Biyolojideki Hiçbir Şey Evrimin Işığı Dışında Anlamlı Değildir” başlıklı geniş çaplı makalesinde görüldüğü üzere, 1973 yılına gelindiğinde biyoloji bilimindeki merkezi yeri sağlam bir şekilde pekişmiştir. 1995 yılında Dan Dennett’in Darwin’in Tehlikeli Fikri adlı kitabının yayınlanmasıyla birlikte, evrimsel düşüncenin her şeyi kapsayan doğasına ilişkin bu görüş biyolojiden felsefeye resmen yayılmış olduğu görüldü. Michael Shermer’in “Evrim ve Yaratılışçılık” kitabı, felsefi evrim kavramını bilim ve din arasındaki ilişki bağlamında ele alarak bizlere önemli bir bakış açısı sunar.
Shermer ve Felsefi Evrim
Felsefi evrim, yalnızca biyolojik değişimleri değil, insan zihninin ve toplumunun gelişimini de kapsar. Evrim teorisi, türlerin zaman içinde çevresel koşullara uyum sağlama yoluyla değiştiğini ve bu süreçte doğal seçilim mekanizmasının belirleyici olduğunu açıklar. Bu bilimsel anlayış, insan davranışlarını ve ahlak sistemlerini de bir evrimsel bağlama oturtur. Shermer, bilimin bu geniş kapsamını vurgularken, inanç ve mitlerin bilimsel gerçeklerle nasıl çatıştığını ele alır. Özellikle yaratılış hikâyelerinin, kültürlerin dünyayı anlamlandırma çabalarının bir ürünü olduğunu, ancak bilimsel bir açıklama sunmaktan çok uzak olduğunu belirtir. Bu durum, efsanelerin psikolojik ve toplumsal anlamını kaybetmeden, bilimin rehberliğinde yeniden değerlendirilmesini gerektirir.
Bilim ve din arasındaki ilişki, felsefi evrimin en tartışmalı alanlarından biridir. Shermer, bu ilişkiyi “uyumlu”, “bağımsız” ve “çatışan” modellerle açıklar. Uyumlu model, bilimin ve dinin birbirini tamamladığını savunurken, bağımsız model bu iki alanın tamamen farklı sorulara yanıt aradığını iddia eder. Çatışan model ise bilimin doğrularıyla dini inançların doğrudan çeliştiğini öne sürer. Shermer’in analizinde, yaratılışçılık gibi bilim dışı iddiaların, bilimin yöntemlerine ve bulgularına meydan okuyarak bu çatışmayı körüklediği görülür. Ancak burada vurgulanan önemli bir nokta, evrim teorisinin yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda felsefi ve kültürel bir açıklama sunarak, insanlık tarihindeki birçok tartışmaya yeni bir perspektif kazandırdığıdır.
Felsefi evrimin bir diğer boyutu, bilimsel düşüncenin insana kattığı entelektüel özgürlük ve sorumluluktur. Bilim, doğaüstü müdahaleleri değil, doğal neden-sonuç ilişkilerini araştırır. Bu, bilimin kesinlikle din karşıtı olduğu anlamına gelmez. Aksine, Shermer’in de belirttiği gibi, bilim ve din arasındaki fark, inanç ve bilginin işlevleri üzerinedir. Bilim, evrenin işleyişine dair test edilebilir ve gözlemlenebilir açıklamalar sunarken, din insanların anlam arayışına hitap eder. Ancak yaratılışçılık gibi hareketler, bu sınırları bulanıklaştırarak bilimin temel metodolojisine zarar verir.
Sonuç olarak, felsefi evrim, insanın hem biyolojik hem de zihinsel gelişimini anlamlandırma çabasının bir sonucudur. Evrim teorisi, yalnızca doğanın işleyişini açıklamakla kalmaz; aynı zamanda ahlak, kültür ve inanç sistemlerimiz üzerine derin etkiler bırakır. Michael Shermer’in eseri, bu etkileri ele alırken bilimin önemini ve insanın kendini anlama yolculuğundaki yerini vurgular. Bilim ve din arasındaki dengeli bir diyalog, bu yolculuğun daha derin bir anlayışla devam etmesine katkıda bulunabilir. Felsefi evrim, insanoğlunun hem geçmişini hem de geleceğini aydınlatan bir rehberdir.

 
 

+905353514297